Niçin bu haldeyiz

Başlıktaki soruyu aşağı yukarı iki asırdır kendi kendimize sorup duruyoruz. Bazen bu soruya gerçekten bir cevap bulmak için, çoğu zaman ise sadece şaşkınlığımızı ifade için. Bir de tabii memnuniyetsizliğimizi…

Zaten yine iki asırdan beri, mesela, tarihimizdeki şan ve şerefi çok fazla öne çıkarıyor oluşumuz da aslında bugünümüzden duyduğumuz memnuniyetsizliğin yansıması. Diğer yandan, geçmişteki şeref, şan ve ihtişamla bugünü mukayese ettiğimizde içimizdeki eziklik hissi iyice artıyor. Bu his çoğu zaman da öfkeye dönüşüyor. Bizim bu hale düşmemize sebep olan düşmanlara kinimiz artıyor. Çünkü aydınlarımızın bir bölümü başımıza gelenlerde bizim kendi hatamız veya kusurumuz olduğunu kabule yanaşmıyor ve düşmanlarımızın bize kurduğu tuzaklarla ve içimize soktukları hain işbirlikçileriyle bu hale gelmemize sebep olduklarına inanıyor.

Bir başka bölüm aydınımız ise yine bu iki asırdır kendi kusurumuzla, daha doğrusu kendi yetersizliğimizle izah ediyor içinde bulunduğumuz hali. Ancak bunlar da kendi yetersizliğimizi ifade sadedinde işi abartıyorlar; bizim aslında ne kadar işe yaramaz, ne kadar vahşi, ne kadar zalim bir millet olduğumuzu ispatlamak için harcıyorlar neredeyse bütün entelektüel enerjilerini.

***

Milli karakterimiz midir, yoksa içinde bulunduğumuz halin gereği midir, bilmiyorum ama toplum olarak çoğunlukla aşırı uçlarda yer almaktan kendimizi alamıyoruz. Ya ifrat ya tefrit. Ya herru ya merru.

“Yenilen bir medeniyetin mensupları,” der İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, “galip medeniyet karşısında iki tür tavır gösterirler: Ya “Zealot” tavrı ya da “Herod” tavrı…” Zealot tavrı içe kapanmacılık, Herod tavrı ise uzlaşmacılık. Yani sizi yenilgiye uğratan rakip gücün hangi dinamikler sayesinde bu başarıyı elde ettiğini araştırıp içine düştüğünüz halden kurtulmanın yollarını bulmaya çalışmak yerine iki başka yol tercih ediyorsunuz: Ya yenildiğinizi kabul etmiyor ve atadan kalma usullerle mücadeleye devam ediyorsunuz ki bu yol sizi Zealot yapıyor. Ya da “biz bu adamlarla başa çıkamayız kardeşim” diyerek kendi toplumunuza sırtınızı dönüp düşman gücün hizmetine girmeyi seçiyorsunuz. Bu da sizi Herod yapıyor.

***

Konu İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin karşılaşması olunca, galip tarafın hangisi olduğuna dair nihai hükmü bizim kabullendiğimiz tarih bundan iki asır öncesine denk geliyor. İşte o tarihten bu yana yukarıda kabaca tarif ettiğim iki aşırı uç arasında salınıp duruyoruz.

Bugünkü politik ve toplumsal ayrışmalarda da izleri kolayca görülen bu dengesizlik, galiba sentez yapma kabiliyetimizin eksikliğinin sonucu.

Bu kabiliyetimizi ne zaman kaybettik diye düşününce ise sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa güçleri karşısındaki rekabette yenik düştüğünün anlaşıldığı asırların etkisini ileri sürmenin bu soruya cevap bulmaya yeterince yardımcı olmadığını fark ediyorsunuz.

***

Hep duyarız, “İslam dini orta yolu esas alır ve aşırılıklardan kaçınmayı tavsiye eder” diye. “Biz sizi orta yolu izleyen bir ümmet yaptık” (Bakara-143) mealindeki ayet ve “İnsan eylemlerinin en doğrusu orta yolda olandır” anlamındaki hadis sıkça zikredilir vaazlarda. Peki, o zaman bu halimiz neyin nesi?

Bütün kültürlerde biri madde, öbürü mana veya biri şekil, öbürü içerik olmak üzere daima iki ayaklı bir yapı olduğunu biliyoruz. Bir şey daha biliyoruz ki bu iki ayaktan biri kesilirse denge bozuluyor; yapı çok fazla ayakta kalamıyor. İdealizm ayağıyla realizm ayağı gibi…

İslam medeniyetinin üzerinde yükseldiği iki ayak dediğimizde ise öncelikle akıl-nakil dengesi akla geliyor. Belki de bu dengeyi muhafaza edemedik biz. Biraz düşünelim bu konu üzerinde…

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum