Sosyalist aydınımızın HDP ve LGBT sınavı

Batı dünyasında sol siyaset sanayi devrimiyle oluşan yeni sosyal düzene tepki olarak şekillenmişti. Emekçi yoksul kesimlerin alın teri ve hatta kanı üzerinde palazlanan burjuva kapitalizmini ortadan kaldırıp üretim araçlarını kamuya devretmeyi ve böylece insanlar arasında eşitliği sağlamayı amaçlayan “sosyalist devrim” fikri bu dönemde ortaya çıktı.

Bütün bir on dokuzuncu yüzyıl sosyalist devrim fikriyle çalkandı. Yirminci yüzyılda ise iki önemli gelişme oldu. İngiltere ve Almanya gibi işçi sınıfının ve dolayısıyla sosyalist hareketin en güçlü olduğu ülkelerde beklenen devrim 1917’de sanayisi gelişmemiş ve önemli bir işçi sınıfının bulunmadığı Rusya’da gerçekleşti.

Bunun teoriyle örtüşmeyen boyutu bir yana, orak çekiçli kızıl bayrak Moskova’da göndere çekildikten bir süre sonra Marksist-Leninist devrim fikrine geleneksel Rus yayılma siyasetinin ideolojik içeriğini sağlama misyonu yüklendi. Böylece sosyalizmin emek ve sermaye arasında bir mücadele olmaktan çıkıp devletler -veya devlet blokları- arasındaki çıkar çatışmalarının aracına dönüşmesi özellikle Batı dünyasındaki emekçi kesimlerle sosyalist devrim fikri arasında mesafe oluşturdu.

İkinci önemli gelişme ise bilhassa İkinci Dünya savaşından sonra sanayi ve dış ticaret düzeninin yerine oturup ekonomik refahın tabana yayılması oldu. Bu gelişmede payı olan Avrupalı sosyal demokratlar çalışan kesimlerin ve dar gelirlilerin siyasi temsilciliğini komünistlerin elinden tamamen aldı.

***

Demir Perde’nin yıkılmasından sonra sosyalizmin siyasi iddiasının ortadan kalkması ve Batı dünyasındaki sosyalist unsurların sosyal demokrat hareketin içine karışıp erimesi “sol ideolojide de” radikal bir değişim meydana getirdi. Refah toplumlarında solcu siyasetin -doğal olarak- oldukça dar bir alana sıkışmış olmasının da etkisiyle “liberalleşmiş” bir sol hareket ortaya çıktı.

Alın teri sömürüsüne dayanan klasik sanayi kapitalizmi bu dönemde yerini yeni bir emek-sermaye ilişkisine bırakmıştı. Avrupa şehirlerinin gettolarında artık yoksul fabrika işçileri değil, göçmenler başta olmak üzere evsizler, uyuşturucu bağımlıları, eşcinseller gibi marjinal kesimler toplum baskısı altında hayat mücadelesi veriyordu.

Solcu aydınlar da dikkatlerini ve hassasiyetlerini bu yöne çevirdiler. Toplumsal azınlıkların maruz kaldığı ayrımcılık meselesi sol düşüncenin ve sol siyasetin merkezine yerleşti. Giderek toplum içinde azınlık durumundaki etnik, dini, cinsel kimliklerle ilgili hak talepleri devrim beklentisinin yerini aldı.

Ne var ki esas olarak “ayrımcılık karşıtlığı” şeklinde ortaya çıkan bu yönelim toplumun çoğunluğu tarafından “belirli kesimlere ve belirli kimliklere toplumsal hayatta imtiyazlı roller ve statüler edindirme çabası” olarak görülmeye başlandı.

Çoğunluğun kimliğinin ve değerlerinin yok edilmek istendiği şüphesi sağ popülist siyasetin en önemli malzemesi oldu. Solcu veya liberal siyasete karşı “Çocuklarımızı LGBT yapmak istiyorlar” veya “Dinimizi yıkmaya çalışıyorlar” veya “Gizli hedefleri azınlıktaki falan etnik kimliği çoğunluk haline getirmek” gibi suçlamalar birçok ülkede etkili olabiliyor.

Trump Amerika’sında bunu gördük… “AB’nin göçmen politikasının hedefi İngiltere’de İngilizleri azınlık yapmak” diyen Boris Johnson’ın halka Brexit’i nasıl onaylattığını gördük... Macaristan’da Orban’ın altılı muhalefet blokundaki bazı unsurların eşcinsel evliliklerine ilişkin ifadelerini kullanarak nasıl seçim kazandığını gördük…

Burada halkın kaygılarını manipüle eden, değerlerini ve hassasiyetlerini istismar eden popülist siyasetin ahlak dışı karakteri hakkında bir şey söylemek gereksiz. Ancak, diğer yanda liberal sol siyasetin toplumu rahatsız ve tedirgin eden, korkutan ve kuşkulandıran söylemlerini ve eylemlerini masum görmek de zor.

Zaten bunun sonucu olarak ABD’de Demokrat Parti, İngiltere’de İşçi Partisi, Almanya’da SPD gibi partiler toplumun değerlerini önemsemeyen bir yaklaşım içinde olmakla suçlanıyor ve siyaseten kan kaybediyorlar.

***

Türkiye’deki vaziyete gelince… Burada da popülist siyasetin -yaşanan onca faciaya rağmen- gücünü arttırabilmesi biraz da solcu aydınlarımızın eseri. Sol derken, Türkiye’de aslında hiçbir zaman işçi sınıfının sermaye sınıfıyla mücadelesinden doğan ve geniş kitlelere dayanan bir sosyalist hareket mevcut olmadı. Zaten olması pek mümkün de değildi. Ancak entelektüeller arasında Marksizm’e ilgi duyanlar oldu. Avrupa’daki 1968 rüzgarlarından etkilenip sosyalist devrimin taşlarını burada da döşemeye çalışanlar oldu. “Silahlı propaganda“ yoluyla proletaryayı bilinçlendirip devrime yöneltmek amacıyla birtakım örgütler kuruldu ve bu uğurda maalesef epeyce de kan döküldü.

Diğer yandan, ülkede güçlü bir işçi sınıfı ve bunlarda da sınıf bilinci olmadığından sosyalist aydınların ve üniversiteli gençlerin silahlı kuvvetler içinde oluşacak cuntalarla beraber “milli demokratik devrim” yolunda yürümelerini savunanlar oldu. Keza bu yolda da çok kan döküldü.

Sovyetler’in dağılması üzerine bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol hareketler krize girdi. Bütün dünyada olduğu gibi Türk sosyalistleri de azınlık hakları, etnik ayrılıkçılık davaları ve cinsel kimlik hassasiyetleri gibi konularda “her türlü iktidara karşı” mücadele etmeye yöneldiler.

Batı’da ayrımcı karşıtlığı olarak başlayıp bilahare toplumsal gerçeklikle didişen bir entelektüel züppeliğe dönüşen politik doğruculuk (political correctness) yaklaşımı burada da temel şiar olarak benimsendi.

Türkiye’de sanki siyahilere yönelik bir ayrımcılık sorunu varmış gibi “zenci” yerine “Afro Amerikalı” adlandırmasını kullanmaya çalışmak, üniversite öğrencisi kızların “kadın” diye anılması için hassasiyet göstermek veya İngilizlere Britanyalı demek vs. gibi… masum davranışlar yanında… o kadar da masum görünmeyen ve toplumu rahatsız eden bazı tutumlar da var.

En başta etnik kimlikler adına yürütülen ayrılıkçı davalara gösterilen yakınlık… Kürtlerin kültürel haklarını öne sürüp PKK terörünü haklı görmek, haklı göstermek…

Tarihte yaşanmış trajik olayları karşı tarafın bakışıyla yargılamak… Mesela, Türk milletinin tamamına yönelik kabul edilemez bir itham olan Ermeni “soykırım” iddialarının tavizsiz savunucusu olmak…

Yakın zamanlara kadar toplum çoğunluğunun gündeminde yeri bulunmayan -çünkü umursanmayan- LGBT konusunu insanların gözüne sokarcasına gündeme getirmek ve kuşku uyandıracak şekilde ısrarla gündemde tutmak…

Bütün bunlar, niyet ne olursa olsun, sonuçta karşıtını güçlendiren bir işlev görüyor. Üstelik ne Kürtler ne Ermeniler ne de LGBT bireyler bu işten kazançlı çıkıyor.

Hiç kimse fayda görmüyor, herkes zarar görüyor!

YORUMLAR (169)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
169 Yorum