Hukuk ve ahlâk dinle dayanışma içinde olmalı
Günümüz İslam toplumlarının hukuk ve adaletle ilgili problemlerinin temelinde hukukla dinin arasındaki mesafenin açılmasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Oysa toplumda sağlam bir ahlaki anlayışın oluşması ve köklü bir hukuk sisteminin inşası için dinin en uygun zemin olduğu muhakkak.
Ancak tarihsel süreç içinde gerek seküler hukuk taraftarları, gerekse alternatif hukuk üretme iddiasında olan İslam uleması dinin uzlaşma zemininde buluşamadıkları için bu alan hep gerilimli olmuştur. Bunun sonucunda da, dini hukuk değişen dünya içinde sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmelere göre yeniden yorumlanarak hayatın bir parçası haline getirilememiş, buna paralel olarak pozitif hukuk da zaman zaman ideolojik bir dokunulmazlığa bürünmüştür.
***
Sonuçta din adına yükselen talepler de, din karşıtı tepkiler de elbirliği ile dinle hayatı birbirinden ayırarak, dini vicdanlara hapsetmişlerdir.
Aslında bugün İslam toplumlarının yaşadığı perişanlığın temelinde, Sünnetullaha göre insani ve dünyevi sorumluluklarımızı görmezden gelerek zihinlerde dini yeniden inşa edememek gibi çok yakıcı bir problem bulunmaktadır. Zira dinin siyasal alana özensiz bir şekilde taşınması sonucu, dinin kutsallığı adeta bir sponsor olarak kullanılır hale gelmiş ve ne yazık ki bütün olup bitenlerin sorumluluğu da sonunda dine yüklenmiştir.
Ancak Müslüman dünya açısından son yüzyıllardaki esas talihsizlik, İslam fıkhının hayatın akışıyla irtibatının kesilmesidir. Çünkü fıkıh ulemasının kendi dönemlerinin şartlarına göre ürettikleri hukuk metinleriyle yetinmeleri ve geçmişin klasik hukuk literatürünü bugüne aynen taşımaları, dinin modern zamanların sorunlarını çözmede yetersiz kalması sonucunu doğurmuştur.
Elbette İslam’ın ana kaynağına bağlı kalmak önemlidir, ama hukuk durağan bir yapı değildir. Önemli olan fıkıh ulemasının kendi toplumlarının şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeni yorumlar getirerek çözüm üretmeleridir. Maalesef bazı çevreler İslam dünyasının geri kalışının sorumluluğunu dine yüklemek gibi bir gaflet içinde olmuşlardır. Oysa tam tersine, İslam uleması zihinsel olarak bir türlü yaşadıkları çağa gelmeyi başaramadıkları için dinin mesajını modern zamanlara aktaracak çözümler üretmeyi de başaramamışlardır.
Eğer gerek mahalli, gerekse uluslararası gerçeklikler karşısında dinin reel hayata aktarılması konusunda zihni bir berraklığa sahip olamazsak, Müslümanlar olarak yeni dünyada bir iddiamızın olması da mümkün değildir. Unutmayalım ki hukukun hedefleri, sosyolojik gerçeklerden bağımsız değildir. Bir başka deyişle hukukun üreteceği çözümler, toplumsal zeminde bulacağı karşılıkla hayatiyet kazanır ve sürdürülebilir bir mekanizma oluşturabilir.
Kaldı ki iletişimin bu kadar yaygınlaştığı bir çağda klasik İslam kültürü ve tarihin akışı içinde üretilen yeni yorumlarla dinamik hale getirilememiş hukuk metinleriyle dinin ana istikametinde bir zihniyet değişimini gerçekleştirmek de mümkün değildir.
***
Galiba esas sorun; Kur’an’ı bir hukuk metni olarak görüp modern hukukun kapsadığı ve her dönemin değişen ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarında Kur’an’dan hükümler bulma çabası olsa gerek. Oysa tarihin akışı dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, zaman içinde verilen hukuki hükümlerle toplumların sosyolojik yapıları, örfleri ve adetleri arasında önemli bağlar bulunmaktadır.
Fıkıhçıların Kur’an’ın nazil olduğu coğrafyadan ve şartlardan uzaklaştıkça ilgili ayetlere farklı yorumlar getirmiş olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca’nın bu konudaki şu değerlendirmesi sanırım daha da ufuk açıcı olacaktır: “Fıkıh ekollerinin hayatın tabii seyri içinde ortaya çıkan boşlukları dinin genel amaçlarını gözeterek rey ve içtihad faaliyetleriyle doldurması, yeni ihtiyaçları ayetlerin verdiği ruhsatları ve dolaylı anlatımını öne çıkararak karşılamaya çalışması, böylece ana eksenden ayrılmamış olması da dikkate değer bir husustur. Bütün bunlar Kur’an’da hukuku ve şeriat-fıkıh ilişkisini kavrama açısından bizlere önemli imkanlar sunmaktadır.”