Siyasi iktidar ne tür bir din söylemi sever?
El-Cevâb: Siyasi iktidar, “Hocam, annem babam beni tüp bebek olarak dünyaya getirmişler ve bunun masrafını karşılamak için de bankadan kredi çekmişler; şimdi ben caiz miyim? Hocam, ben sevdiğime dua ediyorum, o da kendi sevdiğine dua ediyor; kimin duası kabul olur? Hocam, evde temizlik yaparken elektrik süpürgesiyle karıncaları çekiyorum, bunun günahı var mı?” gibi beyin yakan sorulara TV ekranlarından cevap verip tüm milleti ve memleketi karanlıklardan aydınlığa çıkaran “hocalar”ın din söylemlerini sever. Üstelik böyle hocaları öyle bir sever ki içlerinden “televangelik vaizlik”te üstün başarı gösterenleri ödül üstüne ödülle de taltif eder. Mesela, zikri geçen soruların tümüne tek tek cevap veren “hocamız”ı, televizyon vaizliği ve gazete köşe yazarlığı baki kalmak üzere, “İslam Bilim ve Teknoloji” isimli bir üniversitenin rektör koltuğuyla taltif eder; ama yetmez, YÖK üyeliğiyle de taltif eder; fakat bu da yetmez, ikinci kez YÖK üyeliğiyle taltif eder… Böylece hâkim siyasi irade İlahiyat fakültelerinin YÖK nezdindeki temsilini, “Hocam, tüp bebek olarak dünyaya gelmişim; ben caiz miyim?” gibi çok ciddi teolojik/ontolojik soruların altında kalkma dirayetine sahip bir ilim/bilim deryasına devretmekle millet ve memlekete büyük hizmet eder.
Öte yandan, “pop star” düzeyinde şöhret sahibi olan ve aynı anda bütün bu görevlerin üstesinden gelmeyi başaran “hocamız”, bunca devlet taltifinin şükrünü bihakkın eda gayretiyle ekranlardan din adına afyon zerk etmeye devam eder. Mesela, kimi zaman “bir lokma bir hırka” edebiyatıyla dünyaya ve dünya malına karşı göz tokluğundan, kimi zaman sabır ve kanaatkarlıktan, kimi zaman da tüm yatırımı ahirete yapıp cennet köşkleriyle mükafatlandırılmaktan söz eder. On parmağında on marifeti bulunan bu “hocamız” gibi devlet katından taltif üstüne taltife mazhar olmak isteyenler varsa, onlara tavsiyem, Nasreddin Hoca’nın “Birader, ver şu kepçeyi de biraz da biz ölelim” demesi gibi, bir an önce o kepçenin sapından nasıl tutulduğuna kafa yorup emek harcamalarıdır. Malum, ağızdaki lokma bile çiğnenmeden yutulmaz… Neyse, işin muhabbet tarafı bir yana, bu “televangelik vaiz hocamız” nedense kamu ahlakını çürüten hırsızlıktan, yolsuzluktan, bakanlık koltuğunda devleti kendi özel şirketinin en yağlı müşterisi yapmak gibi ahlaksızlıklardan bir kez bile söz etmez… Çünkü “hocamız” çok iyi bilir ki hâkim siyasi irade kendi işine karışan dini, diyaneti, hacıyı hocayı hiç sevmez.
TRT’nin başında Nevzat Yalçıntaş’ın bulunduğu 1970’li yılların ortalarında yayımlanan “İftara Doğru” isimli dinî programdan sonra yine TRT ekranlarında perşembeyi cumaya bağlayan gece Asaf Demirbaş ve Agah Çubukçu tarafından sunulan “İnanç Dünyası” adlı programda da resmî ideoloji ve siyasi iktidarın belirlediği çerçeve içinde “suya sabuna dokunmaz” kabilinden doğa, hayvan sevgisi, vergi ödemenin önemi gibi mevzular konuşulurdu. Fakat itiraf edeyim, “İnanç Dünyası” adlı program bile bütün iticiliğine rağmen bugünkü din programlarından kesinlikle daha az müptezeldi. Bugünkülerin müptezellik düzeyine dair sadece bir örnek zikretmek kâfi… Bu tek örnek için de Akif Beki’nin “İktidarın Zoru Biden’la Değil” (27.04.2021, Karar) başlıklı yazısının “Aman Ayakları Üşütme Hocam!” hitabıyla başlayan ikinci kısmını okumanız kâfi…
Televizyonlardaki din programlarının sayısız müptezelliğe sahne olduğu dönemin, biraz “ortaya karışık” cinsten de olsa sonuçta İslamcılık geçmişi bulunan bir siyasi iktidar dönemine denk gelmesi, çok ilginç değil mi? Evet, ilginç; fakat Türkiye’deki İslamcılığın siyaset ve iktidarla imtihanı şunu gösterdi ki muhalefet pozisyonunda iken din ve İslam söylemi “hak, liyakat, adalet, özgürlük, iş, aş, emek” üzerine kurgulanır; iktidar döneminde ve özellikle de bu dönem uzayıp metal yorgunluğu baş gösterdiğinde ise bütün bu söylemler sakıncalı hâl alır ve kaçınılmaz olarak mevcut durumu meşrulaştırma, hamasi nutuklarla milleti oyalayıp sürekli rıza halinde tutma hedefine bağlı olarak dinî söylem de alabildiğine muhafazakârlaştırılır. Hiçbir sabit değer tanımayan siyasi pragmatizmin talep ve beklentileri doğrultusunda dinî söylemi “ehlileştirmek” de diyebileceğimiz bu politik tasarruf, bir taraftan geleceği sürekli geçmişte aramayı salık veren arkaik görüş ve düşüncelere özellikle destek çıkar ki milletin başı, zihni, gözü, gönlü hep geride asılı kalsın, bugün neler olup bittiğine doğru düzgün bakamasın…
Muhafazakâr ve dindar kesimin şanlı geçmiş ve gelenek güzellemelerine çabucak tav olması, dikkate değer bir konudur. Kanaatimce, Türkiye’deki siyasal İslamcı ideolojinin önemli ölçüde Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi edebiyatçıların yazıp çizdikleriyle şekillenmesinin bunda çok önemli bir payı vardır. Başka bir ifadeyle, retorik ağırlıklı ya da amiyane tabirle edebiyat parçalamaya dayalı din söyleminin bizim topraklarda her zaman büyük rağbet görmesi, muhafazakâr ve dindar kesimdeki mürekkep yalamış kitlenin de çok büyük ölçüde bu edebiyatçıların kitaplarıyla büyümüş olmasıyla alakalıdır. Bize göre son dönemlerde gelenekçi, hurafeci ve sözüm ona Ehl-i Sünnetçi din söylemlerinin bugüne kadar görülmedik düzeyde prim yapmasının arka planındaki temel unsur budur. Dinî söylemin hâkim siyasi irade tarafından ehlileştirilmesinde başvurulan ikinci yol/yöntem ise -28 Şubat sürecinde “dinî balans ayarı” işini deruhte eden Zekeriya Beyaz gibi örneklerden de hatırlanacağı üzere- pıtrak gibi televangelik vaizler üretilmesi ve bunların adeta birer dinî pop star haline getirilmesidir. Ne var ki resmî ideoloji ve siyasi iktidar tarafından yol verilen popüler vaizlerin din adına anlattıkları şeyin en temel işlevi Marx’ın, “Din kitlelerin afyonudur” sözünde ifadesini bulan olgunun ta kendisidir. Nitekim siyasi iktidar bu sayede bir taraftan dilediği gibi her türlü keyfi tasarrufta bulunur, öbür taraftan da görsel medya tezgahında üretip ciddi ulufelerle yol verdiği vaizler marifetiyle din üzerinden milleti afyonladığından, millet de olup biten onca garabete uyuşmuş halde bakar. İmdi, gelinen nokta, “Hocam, ben tüp bebek olarak dünyaya geldim, caiz miyim? Evet, sen caizsin, evladım”, noktasıdır. Hâliyle, “Bana mı düşmüş memleketin acayip ahvaline kafa yormak” deyip, “Sordum sarı çiçeğe” ya da “talea’l-bedru aleynâ”dan devam etmek belki daha akıllıca olur.