Yüzü olan Suriyeliler

İstanbul’daki bir şiir festivalinde Suriyeli genç şair ‘bana kimse mülteci demesin, ben ülkemdeyim, Bilad-ı Şam’ın evladıyım’ derken hakikatin ta kendisini dile getiriyordu. Yeri geldiğinde 1916’da Rusya, Britanya ve Fransa arasında gizlice yapılan Sykes-Picot Anlaşması’nı, Ortadoğu’yu nasıl bölüp paylaştıklarını zikrediyoruz. Cetvelle çizilmiş sınırlar bizi bağlamaz, zihnimizdeki özgürlüğümüzü elimizden alan sınırları kaldıralım diyoruz. Suriye savaşındaki politikalar tartışılıyor, yeterince aklı selim davranılmadığına dair eleştiriler de yükseldi, iyi de kaderi hakkında müdahil olamayan, ülkesindeki korkunç vesayet savaşlarının bedelini ödemek durumunda kalan büyük bir halka sırtımızı mı dönseydik?

Göçleri tetikleyen birçok unsur var. Ekonomik fırsatlar, hastalıklar, eğitim imkanları, iklim koşulları, akrabalık yoluyla toplu yer değiştirmeler gibi birçok gönüllü göç sebebinden biri değildi onlarınki. En temel hak olan yaşam haklarına kavuşmak için planlı programlı arzulu olmadan canhıraş kaçıştı. Bu insanlara savaşın en korkunç günlerinde Urfa, Hatay, Osmaniye kamplarında şahit olmuş biri olarak söyleyebilirim ki hangi ülkeye giriş yaptıklarının bile bilincinde olamayacak kadar yorgun bitkin perişan insanlarla karşılaşmıştım. Bu noktada göçten değil sığınmadan, ilticadan söz edilebilir. Mahmut Kaya’nın Türkiye’deki Suriyeliler İç içe Geçişler ve Karşılaşmalar kitabındaki (2017) saha araştırmasında gelenlerin, aynı zamanda akrabalık bağlarına yaslanarak geldikleri de gösterilmiş.

Kaya’nın araştırmasında teyit ettiği gibi dört milyona yaklaşan mültecinin önemli bir kısmının Türkiye’yi tercih etmesinin sebebi sadece coğrafi yakınlık değil. Tarihsel kültürel ve dini bağlar varlığını güçlü bir devamlılıkla sürdürüyor. “Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin gibi Suriye ile sınır komşusu olan şehirlerde yaşayan Arap, Kürt, Türkmen aşiret ve ailelerinin yakın akrabaları Halep idlib Kobani Rakka Kamışlı Haseke gibi yerlerde ikamet etmekte ve halen ortak bir hafızayı paylaşmaktalar.” (s. 23) Bu iller aynı zamanda İstanbul’dan sonra göçün en yoğun olduğu şehirler. Sonuçta milyonlarca Osmanlı bakiyesi göçmen mülteci nasıl buraya gelip yerleştiyse şimdi de aynı bakiyeden olan Suriyeliler geliyor. Osmanlı Devleti’nin çoğulcu ve çok uluslu yapısı içinde yakın tarihlere kadar Türkiye ve Suriye diye iki ayrı devlet yoktu, ta ki I. Dünya Savaşı koşullarında Fransa ve İngiltere bölgeyi paylaşıp küçük manda yönetimleri kurana kadar. Halklar aşiretler ortadan ikiye bölündü. Kaya’nın kitabından birkaç örnek. Berazi aşiretine mensup Kobani’de eczacılık yapan 61 yaşındaki Halil: “Benim dedem Türkiye’de ilk mecliste mebus idi. Daha sonra Suriye sınırı bölününce biz öbür tarafta kaldık, dedem Suriye’deki mecliste mebus oldu.” Rakka’da öğretmenlik yapan Halil ise: “Akçakale Tel Abyad sınır bölgesinde yaklaşık 4 bir kişilik aşiretimiz var. Adı Saramde, iki ülke arasında sınır çekilince aşiretin bir kısmı Suriye’de bir kısmı Türkiye’de kaldı.” Tel Abyad’da avukatlık yapan Türkmen Ekrem bey ise Urfa’da akrabalarının bulunduğunu, aradaki gidip gelmeleri, hediyeleşmeleri anlatmış. Tabii her şey gülbahçesi değil, rejimin ateşiyle yaralanıp Türkiye’deki akrabalarının yanına gelen, hiç yardım göremeyen, telefonlarımıza çıkmadılar bile diyenler de var.

Bu ülkeye milyonlarca insan göçle geldi. Mübadele yılları, 93 Harbi, Balkan Savaşları’nda gelenler, Orta Asya’dan Kırım’dan Kafkaslardan göçenler... Saymakla bitmez. II. Dünya savaşına girmesek de 20. yüzyılda İslam coğrafyasının ateşe atılmasını önleyemedik. Afganistan Irak Suriye Yemen hala kaynamakta. Bizzat canlı yayında şahit olduğumuz kıyametle Anadolu’ya gelen Suriyelilerin, “göçedenlerin yüzde altmışı kalır” teori ve deneyimi gereğince en az iki milyonu burada kalıp yerleşecek bu çok açık. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına, bize yapılmasını istemediğimizi başkalarına yapmaya bir an önce son vermeli ve eşit insanca yaşamanın yolları bulunmalı. Meslek sahibi insanlar bir an önce işini icra edebilmeli ki yaşamları normalleşsin. Türkçe öğrenen, çalışıp ekonomiye katkı veren, geleceklerini burada gören gençlerin canlarını kurtarmak için nasıl emek verildi, bir irade ortaya konulduysa, onurlarını korumak, kimlik ve kişiliklerine, müstakil varoluşlarına saygı duyulmasını sağlamak ta hayati önemde bir vecibe. Gücü elinde bulunduran iktidar, kararlı ve tutarlı politikalar üretmeli, sarfedilen her kelimenin nelere yol açabileceğinin bilincinde olmalı.

Bütün ayrımcılıkların hammaddesi olan “küme şeklinde algılama” burada da devrede ve biz savaş acısı yaşamış felaketzedelerin haklarında çok şey bildiğimizi sanıyor ve ileri geri konuşup duruyoruz. Metalik ve ruhsuz “Suriyeliler” şemsiyesiyle kapattığımız hakikatin içinde insanlar var. Kimselere benzemeyen biricik varlıklarıyla, kayıpları, acıları, doğum günleri, hayal kırıklıkları, düşleri, yüzleri, güzel gözleri, sonsuz kelimeleri, yarım kalan eğitimleri, geride bıraktıkları evleri sokakları dostları ve şehirleriyle, birden işlevsiz hale gelmiş şahane dilleriyle insanlar. Hepsi mükemmel mi peki, elbette hayır, tıpkı bizim gibiler, yüce gönüllüsü, fırsatçısı, zengini, yoksulu, yoldan çıkanı, tutunmak için emeğiyle varolanı, sabırlısı, öfkelisi… Bizim gibi.

YORUMLAR (43)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
43 Yorum