Yusuf Akçura: Filvâki iş muvaffakiyetsizlikle bitti

Hakan Erdem

Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’te Türkçülüğü savunmaktan çok Osmanlıcılığa karşı çıkıyordu.

Osmanlı devletinin resmî ideolojisi olan ve etkisini ta Misâk-ı Millî’nin kabul edildiği zamanlara kadar tamamıyla yitirmeyen Osmanlıcılık hakkında Müslüman-Türk kesimden gelen çeşitli görüşlerden söz ederken, bu ideolojinin en şiddetli eleştirilerinden birini yapmış olan Yusuf Akçura’yı atlamak olmaz herhâlde.

Yusuf Akçura, bu eleştirisini Rusya’da bulunduğu bir sırada, Jön Türklerden Ali Kemal Bey’in Kahire’de çıkardığı ve kendisinin okuru olduğu Türk gazetesinde 1904 baharında yapmıştı. Bu yazı serisine Ali Kemal’in cevabı ve Akçura’nın arkadaşı olan Ahmed Ferid [Tek] Bey’in de her ikisine birden cevabı, 1907’de Mısır’da ve Meşrutiyet’ten sonra da, 1911’de İstanbul’da kitapçık olarak yayımlandı. Sadece Yusuf Akçura’nın makalesinin adıyla, Üç Tarz-ı Siyaset diye meşhur olan risale budur ve aslında üç ayrı metin vardır. Üçünün yazarlarının da Paris Siyasî Bilgiler Okulu (Ecole Libre des Sciences Politiques) mezunu olması ise bu tartışmanın ayrı bir özelliği idi. Bu risale, Enver Ziya Karal’ın değerlendirmelerini içeren bir önsözle birlikte ve yer yer çok yetersiz kalan bir sadeleştirme şeklinde Türk Tarih Kurumu tarafından 1976’da yayımlanmıştır. Ben Osmanlıca aslını kullanmayı tercih ediyorum.

İmparatorluğun son dönemlerinde aydınların, tabir caizse bir tür kimlik alışverişine çıktıkları bir zamanda bu kimliklerden hangisinin veya hangilerinin imparatorluğun izlemesi gereken siyasetin merkezine oturtulacağı konusu hâliyle çok ilgi çekiyordu. Fazla dağılmaksızın, dönemin bir “üçlüler” veya teslisler önerme ve tartışma dönemi olduğunu da kısaca belirteyim. Hüseyinzâde Ali’nin [Turan], 1906-1907’de geliştirdiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak”, Ziya Gökalp’in 1918’de son şeklini verdiği Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak formüllerini hatta Ahmed Ağaoğlu’nun 1919’da Malta esareti sırasında kaleme aldığı ama ancak 1928’de basılan Üç Medeniyet çalışmasını hatırlayalım. Üç Tarz-ı Siyaset’in bütün bu tartışmaları başlatmakta muhakkak ki çok önemli bir yeri vardır.

İlginç bir nokta ise, Akçura’nın, Hüseyinzâde Ali veya Ziya Gökalp’in aksine herhangi bir sentez önermemesi, bilâkis, üç ayrı siyasetten birinin seçilmesi gerektiğini vurgulamasıdır. Bunlar, Osmanlı hükûmetine tâbi çeşitli milletlerin asimile edilip birleştirilerek bir Osmanlı milleti oluşturulması (Osmanlılık), Panislamizm (Tevhid-i İslâm) yapılarak bütün Müslümanların siyaseten birleştirilmesi ve “ırk üzerine müstenid bir Türk millet-i siyasiyesi teşkil etmek” idi. Akçura’nın bu sonuncu siyaseti “Tevhid-i Etrak” olarak adlandırmasından da anlaşılacağı üzere kafasındaki siyasî Türk milleti oluşturulması fikri Pantürkist bir modele dayanmaktaydı.

Daha da ilginç olanı ise, genellikle sanıldığı ve sunulduğunun aksine Akçura’nın bu makalesinde Türkçülüğün en iyi çözüm olduğu yolunda açık bir tercihte bulunmamasıdır. Tabii ki Türkçülüğün esaslarını belirlemek gibi bir şey de yapmıyor. Benzer bir gözlemi Tevhid-i İslâm hususundaki sözleriyle ilgili olarak da yapabiliriz. Osmanlı devleti için hangi siyasetin daha yararlı ve uygulanabilir olduğunu artı ve eksileriyle tartıştığı bir makalede söz konusu siyasetleri tanımlamaya girişmek veya manifestolarını ilân etmek gibi kaygıları olamayacağı ileri sürülebilir. Fakat Akçura, diğerleri için yapmadığını Osmanlıcılık siyaseti için yapıyor ve dahası çok kesin hükümler veriyor. Öyle ki makalenin asıl amacının Osmanlıcılığı bir seçenek olarak aradan çıkarmaya ve üç siyaseti ikiye indirmeye yönelik olduğu kolayca ileri sürülebilir. Nitekim Akçura, ulaştığı sonucu şöyle özetlemişti:

“Mütalâat-ı ânifeden [yukarıdaki görüşlerden] şu neticeler çıkıyor: Millet-i Osmaniye ihdâsı Devlet-i Osmaniye için fevâidi müştemil [faydalar içeriyor] ise de, gayr-ı kabil-i tatbikdir. Müslümanların veya Türklerin ittihadına müteveccih siyaset, Devlet-i Osmaniye hakkında, siyyân [eş] denebilecek menâfi [faydalar] ve mehaziri [sakıncalar] muhtevidir. Tatbikleri cihetine gelince, suhulet ve müşkilât yine aynı derecede denilebilir.”

Yusuf Akçura’nın Osmanlıcılık siyaseti hakkında böylesine kesin bir yargıya ulaşmasını neye yormalıyız? 1904 yılında bile imparatorluğun resmî ideolojisi (dahası hukuk düzeni) Pantürkizm veya Panislamizm değil, hâlâ Osmanlıcılık olduğu için, Akçura’nın gayet bilinçli bir şekilde var olan siyaseti eleştirdiği ve bunu sürdürülemez olarak gördüğü açıktır. Akçura, mevcut siyasetle iki mutasavver siyaseti karşılaştırıyor ve var olan siyasetin uygulanamaz olduğuna karar veriyordu. Başka bir deyişle, Osmanlıcılık (belki Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi de) Akçura’nın gözlerinde çoktan ömrünü tamamlamıştı ve dolayısıyla gelecekte uygulanabilir bir hâli yoktu. İş, bunu Osmanlılara anlatmaktaydı. Önce, Osmanlıcılıktan ve Osmanlı milleti oluşturma projesinden ne anladığını yazdı.

Buna göre, Osmanlı milleti oluşturma arzusu büyük bir idealizm içermiyordu. Aslı, Osmanlı memleketindeki Müslim ve Gayrimüslim ahaliye aynı hakları ve siyasi görevleri bağışlamak ve yüklemek, aralarında tam bir eşitlik oluşturmak, düşünce ve inanç konusunda serbestlik sağlamak ve böylece ahaliyi aralarındaki din ve soy anlaşmazlıklarına rağmen yekdiğerine karıştırıp benzeterek Amerikan milleti gibi ortak vatanla birleşmiş bir yeni millet meydana çıkarmaktan ibaretti.

“Daha ne olsun?” denebilir tabii ama anlaşılan o ki Akçura, Pancermenizm ve Panslavizm gibi “büyük fikirlerin” deveran ettiği bir çağda, bütün bu zor işlere sadece Osmanlı devletinin mevcut sınırlarıyla korunması amacıyla girişilmesini pek “yüksek bir ümide doğru teali” etmek olarak görmemişti. Osmanlıcılık, onun için ancak yerel bir ideolojiydi. “Ekseriyeti İslâm ve bir kısm-ı mühimi Türk olan bir devletin beka ve tezayüd-ü kuvvetinde bilcümle Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu meslek-i siyasi onlara doğrudan doğruya taalluk etmiyordu; bu cihetle hudud-ı Osmaniye haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı, mesele bir mesele-i mahalliye ve dâhiliye idi” diyor.

“Fayda” açısından meseleye baktığı ve üç siyasetin her biri için artı ve eksileri tarttığı bölümdeyse şu soruyu sormaktadır: “Osmanlı Milleti teşkili, Memalik-i Osmaniye’yi şimdiki hudutlarıyla muhafaza için yegâne çaredir. Fakat Osmanlı Devleti’nin hakikî kuvveti şekl-i hazır-ı coğrafîyesini muhafaza etmekte midir?” Burada, Osmanlıcılık siyasetinin o sırada ve bahsettiği amaç için tek yol olduğunu teslim eder görünse de hem Osmanlı Devleti’nin gelecekte dünya siyasetinde oynayabileceği rolden dolayı bu siyaseti yeterli bulmuyordu hem de elde edilecek sonucun, başarılı olunması durumunda bile Osmanlı Türkleri için kötü olacağını savunmaktaydı.

Ona göre, Osmanlı memleketi ve Osmanlı milleti düşünceleri etrafında bir “millet-i muhtelite” oluşursa tüm unsurlar gibi Türkler de eriyecekti. Osmanlı Türkleri, ancak ilk “sergerdeleri” Osman’ın adının vatan ve millete atfedildiğini ve “anaları ve babalarının himmetiyle” meydana gelen imparatorluğun daha fazla parçalanmadığını görmenin manevî faydasıyla yetineceklerdi. Kaldı ki, nüfusunun çoğunluğunu Müslim veya Gayrimüslim, “eski milel-i mahkûmeden” insanların oluşturacağı bu “serbest devlette” bu eski mahkûmiyeti hatırlatan Osmanlı adının bile ortadan kalkması ihtimali vardı!

Üstelik Akçura, başarılı olması olmamasından herhalde daha kötü olacak olan Osmanlıcılık ideolojisinin uygulamada son derece başarısız olduğu düşüncesindeydi. Osmanlıcılığın ileride uygulanıp uygulanamayacağını tartışırken, bunun için geçmişteki başarısızlığın tahlil edilmesi gerektiğini söylüyor ve tam beş tane sebep sayıyordu. Bunlara göre, Osmanlı “terkib ve imtizacını” evvelâ Müslümanlar, özellikle Osmanlı Türkleri istemiyordu çünkü “altı yüz yıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar mahkûm görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi”. Bunun en görünür bir sonucu tekellerine aldıkları memurluk ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek olacaktı. İkinci olarak İslâm dini de istemiyordu çünkü inananlarının gerçek çıkarlarını “maddî ve beşerî bir nokta-i nazardan gözeten bu kuvvetli din, Müslim ve Gayrimüslimin tamamen müsavat hukukunu kabul etmiyor, daima zimmîleri ikinci kademede bırakıyordu.”

Üçüncü olarak, hepsi son zamanlarda çok ilerleyen ve geçmişte bağımsız hükûmetleri olan Gayrimüslimler de istemiyorlardı. “Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklâli bitirmiş, o hükûmetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat değil azab görmüşlerdi. Malları, hatta haysiyet ve namusları bile bazen bazen paymâl edilmişti…” Akçura’ya göre “bunlara mazilerini, hâllerini, haklarını, milliyetlerini” öğreten “On dokuzuncu asr-ı milâdî” olmuştu. Bazıları doğrudan bağımsızlıklarını kazanmıştı. Bazılarının ise belki çıkarları Osmanlı milletinin oluşmasındaydı ama onlar da meseleye soğukkanlı bakacaklarına hislerine tâbi oluyorlardı. “Hiç birisi, ama hiç birisi istiklâl-i mazilerinin celladı kıyas ettikleri bir kavim ile beraber, onunla karışarak, eriyerek bir millet-i cedide husule getirmeye razı değildi.”

Meşhur fıkradır, kadı, kâtibine “Yaz” deyince berikinden “Yazamam efendim, kırk çeşit özrüm var” cevabını almış ve birincisinin mürekkebin bitmesi olduğunu öğrenince, “Boş ver kalan otuz dokuzunu” demiş ya... Ben de artık Akçura’nın diğer sebeplerine ayrıntısıyla girmeyeyim ve sadece Rusya ile onun “hâdimi ve pişdârı” birtakım Balkan ülkeleriyle Avrupa kamuoyunun bir kısmını da Osmanlıcılığın düşmanları arasında gördüğünü söylemekle yetineyim de Akçura’nın kendisi bu resimde neredeydi?

Osmanlıcılık düşüncesinin gerçekten karma bir millet oluşturmaya mı yönelik olduğu yoksa çeşitli din ve etnik kökenlere sahip toplulukları bir üstkimlik altında ve çokkültürlü bir imparatorluk düzeni içinde yaşatmayı mı amaçladığı gibi önemli bir soruyu bir kenara bırakırsak, Akçura’nın söylemeye dili varmıyordu ama o, aslında kendi döneminde bir realite olan Osmanlı İmparatorluğu düşüncesine karşıydı. Sonuçta, Osmanlı ülkesinde bulunan, Osmanlı okullarında eğitim gören ve Osmanlı matbuatını okuyan herkesin, her gün görebileceği “Osmanlı vatanı” ve “Osmanlı milleti” sözleri bilinmeyen bir gelecekte kullanılması tasavvur edilen birtakım muhayyel ibareler değildi ki…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.