Erdoğan paradoksunu yenmek
Muhalif siyasi alanda ittifak, ittifak ihtimali ve yelpazesi tartışmaları süregidiyor.
Demirtaş’ın hapishaneden yaptığı açıklamalar, Akşener’in bunlara yanıt verme biçimi de bu tartışmaların bir parçası.
Cılız oldukları muhakkak.
Ama her türlü ve her anlamda önemliler.
Zira Türkiye’de iktidar değişikliğinin tek yolu, tüm muhalif partilerin bir araya gelerek, ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın karşısına dikilebilmeleri.
Ne var ki, bırakın ciddi bir yolu, daha ortada pakita bile yok.
Aslında son gelişmelere bakıldığında muhalif partilerin ittifakı bile, Erdoğan’ı yenmek için yeterli olmayabilir.
Muhalif cenah hedefe ulaşmak için, bir araya gelişin motif ve hedeflerini kuvvetlendirmek zorundadır. Denebilir ki, muhalif siyasi partilerin siyasi tavırları dikkate alınırsa, “demokratik normalleşme” fikri etrafında iki hedef şimdiden ve kendiliğinden bulunuyor. Bunlar, (1) otoriter/keyfi iktidarı yenmek, popülist politikalara son vermek ve (2) bu iktidarın ürünü olan anayasal düzeni mümkün olduğu hızda/oranda değiştirmektir.
Ancak seçim kazanmak için ortak itiraz siyaseti ile uzak/muğlak kurumsal değişim hedefinin tek başına yeteceğini sanmak, siyasi bir yanılgı olur.
Erdoğan’ın (kendisine yönelen ve dışa yönelttiği) tehdidin iki ucunu da devrede tutan, savunmacılık ile yayılmacılığı/fetihçiliği iç içe sokan, güncel siyaseti geleceğe, geleceği dış hedeflere endeksleyen beka politikalarıyla, oluşturduğu iklim ve yürüttüğü politika, tarihte içte ve dışta pek çok örneği olduğu gibi, kendi başına, hiç de hafife alınmayacak bir anlam taşıyor.
Suriye ve Libya’daki, “başarı” olarak tanımlanan askeri genişleme, Doğu Akdeniz’de, hatta Ege’deki “direnç ve hamleler” bu politikaların zeminini oluşturuyor. Bu zemin, güç ve başarı algısıyla iç içe girdikçe, kamuoyu düzeyinde, bir yerde ve bir şekilde güçleniyor.
Dolayısıyla Erdoğan’ın bu yeni hikayesinin alanı, teorik olarak, muhafazakarından sekülerine kadar tüm orta kesimleri kapsama dalgalarına sahip.
İtiraz ve normalleşme, Erdoğan’ı yenmek için, işte bu nedenlerle yeterli olmayabilir.
Varoluş ideolojisi, güçlü Türkiye iddiası, tehdit algısı ve dış hedefler, mevcut konjonktürde siyasetin biraz da kaçınılmaz olarak bunlar etrafında yoğunlaşması, muhalefetin bu alanda kendi hikayesini üretmesini, en azından karşı kuru itirazdan veya iktidara kerhen destekten uzaklaşarak anlamlı bir tutum almasını gerektiriyor.
Peki bu mümkün mü?
Muhalefetin farklı, uzlaşmaz parçalarına bakınca, bu alanda alternatif siyasi dil üretmek zor görünüyor.
Buna karşın, mümkün olan siyasi alıştırma, muhalif her siyasi partinin, dış siyaset ve gelecek konusunda kendi siyasi meşrebine uygun bir tutum geliştirmesidir.
İyi Parti örneğin… Akşener için HDP’ye endeksli koşullu bir ittifak siyaseti sürdürmek, desteklemek “vaka-yı adiye”dendir. Asıl müşgül olan ve yapması gereken, merkez-sağ alanda, millityetçi kesimin duyup etkilenebileceği bir dış siyaset ve gelecek perspektifi geliştirmektir.
Aynı “zorunlu ödev” DEVA ve Gelecek Partisi için de geçerlidir.
CHP’nin de ana muhalefet partisi ve seküler kesimin taşıyıcısı olarak, hızla izleyici olmaktan çıkması, “ ‘ama’lı itirazlar ve koşullu destekler” yerine yeni kapsayıcı bir siyaset üretmesi şarttır.
Unutmamak gerekir ki, siyasetin bekaya, varoluşa, güç ve başarıya, bu anlamda geleceğe endekslendiği dönemlerde, güçlü, kararlı, gerekirse otoriter siyasi irade fikri, bizim gibi siyasi kültürlerde demokrasi beklentisine hep galebe çalmıştır. HDP’nin de bu gayretin dışında kalmaması gerekir. Kobane günlerinden tümüyle farklı olarak dış politikaya Türkiyeli bakış geliştirmek, bu siyasi partinin önünde duran ilk dosyadır.
HDP’nin ikinci meselesi ise, bunu yaptığı oranda, CHP’yi ve İYİ Parti’yi “muhalefetin Kürt sorunu çözüm paketi” üretmesine ikna etmek, buna katkıda bulunmak ve bunun içinde yeni bir yüz ve güçle yer almaktır.
Siyaset yokuşlu…
Bir dönem Abdülhamit parodoksu ne idiyse, bugün de Erdoğan paradoksu o olmaya gidiyor.