Türklük bu mudur?
Bir ülkenin siyasetiyle, siyasetçisiyle, toplumsal çoğunluğuyla yerinde saymasının tipik örneklerinden birini 24 Nisan’dan, Biden’ın “soykırım” açıklamasından bu yana yaşıyoruz.
Çetin Altan ne kadar haklıymış, oğlu Mehmet’e, “Dikkat et, Osmanlı’nın arabası bir anda 4’üncü vitesten geri vitese geçer” derken...
Toplumsal yüzleşme, bellek alıştırması, hatırlama, arınma derken, bugün ülkenin geldiği yer bir kez daha kolektif ret ve öfke durağı...
Sağcısı, solcusu, ulusalcısı, milliyetçisi, birleşik bir kapta öfkenin sesi haline geldiler, biri boşalırken diğeri doluyor.
Gazetelerde, televizyonlarda, siyasi partilerde, üniversitelerde duyulan ses, hakim ses o.
Peki, kime ve neye karşı?
Bu ses ne Avrupa’da işitiliyor, ne ABD’de. Ne Asya’da anlamı var, ne Afrika’da. Duyan varsa, onlarda da etkisi ters.
Her şey bu ülkede olup bitti.
Her şey hala bu ülkede olup bitiyor.
Bu topraklarda, cumhuriyetin vatandaşı olan Ermeniler var. Süryaniler var. 1915’in soykırım olarak niteleyenler var. Yaşananların hatırlanmasını, konuşulmasını isteyenler var. Ermeni mallarının nereye, kime gittiğini merak edenler var. Amnezinin bu ülkenin kurucu ideolojisi olduğunu düşünenler var. Hem de hatırı sayılır miktarda var...
Bugün öfkenin sesi, her şeyden, herkesten çok onları hedef alıyor, onlara ve simgeledikleri tutuma, duruşa, hatta varoluşlarına yöneliyor.
O zaman, bu ses, sadece bir tepki iklimini değil, bir baskı iklimini de temsil etmektedir.
Bu ülkede yaşayan Ermeniler başta, gayrimüslimlere, demokrat zihinlere, yönelik simgesel şiddet boyutlarında ulaşan bir baskıdır bu...
Siyasi iklime bakılıp konuşulacaksa, gördüğüm, hissettiğim şudur:
Hrant Dink’in cenazesinde “hepimiz Ermeniyiz” diyenlere öfke duyanlar, Hrant’ın “Türklüğe hakaret”ten yargılandığı celselerde tükürük ve küfür korosunu oluşturanlar, FETÖ’nün kumpası sayesinde kimi suçları örtbas edilenler, karanlıktan, aklanmış muteber adam çıkan olağan şüpheliler, yeniden sahne almış durumdalar.
Sahnede, (Talat Paşa’nın defterindeki rakamlara göre) 1.200.000 Osmanlı Ermenisi’nden 800.000’inin üç dört ay içinde buharlaşmasını, bugün 106 yıl sonra bile, ulusal çıkar, milli gerek, mütekabiliyet (yani kan davasıyla meşrulaşan eylemler) karşısında anlamsız bir sayı olarak görmeyi temsil ediyorlar.
Soykırımı geçin, katliam, kırım, felaket, sorumluluk kelimesini bile ihanet sayıyorlar.
“Büyük Felaketin Acısını paylaşıyoruz” başlığını taşıyan, “24 Nisan 1915’te başlayan ‘Ermeni Tehciri’ toplumsal tarihimizin en acı felaketlerinden birinin başlangıcı oldu” diyen Diyarbakır Barosu’nun bildirisi hakkında, Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, devletin kurum ve organlarını aşağılama” iddiasıyla soruşturma açtı savcılık.
Küstah bir cesaretin kapıları da açılmış durumda.
Ümit Özdağ, Garo Paylan için şunları yazabiliyordu, bir kaç gün gönce:
“Çok memnun değilsen çek git cehennemin dibine. Talat Paşa vatansever Ermenileri değil senin gibi arkadan vuranları sürdü. Sen de zamanı gelince bir Talat Paşa deneyimi yaşayacaksın ve yaşamalısın...”
Bu satırlar yetmez gibi, kendisine tepki gösteren, “böyle bir tehdit yakışmadı* diyen, CHP milletvekili Ünal Çeviköz’e, “bundan sonra benim için Türk değilsiniz” yanıtı verebiliyordu, Özdağ.
Bu adamın siyasi ruh halini tarif etmek bile suça girer.
1915’in Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’in ne çok ruh torunu varmış bu ülkede...
Ama şimdi asıl soru şudur:
Türklük bu mudur? Eğer iddia buysa, asıl hareket bu sahiplenme değil midir?