Ateş! Kes artık

Suriye için bir ateşkes ilânı daha duyuldu. Türkiye ve Rusya’nın eş zamanlı olarak açıkladığı bu ateşkes ilânının kalıcı olmasını diledikten hemen sonra soralım; neden ba’de harabül’l Basra ve Halep ve coğrafya-i diğer ve mevtu’n nâs?

Altıyüzbin insan bu iç savaşta öldürüldü.

Birden başlayıp altıyüzbine kadar tek tek saymaya kalksanız günlerce nefes almadan çalışmanız gerekiyor. On milyon mültecîyi saymak ise biraz daha çaba gerektiriyor. Sadece saymak, yoksa acılarını, sorunlarını filan algılamak bile mümkün değil.

Başından beri bu savaşın içinde gibiyiz. Çünkü daha dün oralar bizim şehirlerimiz, buralar da oradaki insanların şehirleriydi.

Sonra ne oldu? Hepimiz şöyle böyle biliyoruz neler olduğunu. İyi şeyler olmadı.

Buradaki savaşa hiçbir ülke seyirci kalmadı. Herkes geldi ve bombalarını, askerlerini, paylaşım enstrümanlarını masaya yahut sahaya bıraktı.

Bir tek Türkiye başka türlü baktı buraya, bakması gerektiği gibi.

Ekmek oldu, ev oldu, battaniye oldu, erzak oldu, elbise oldu, ayakkabı oldu. Olmala da devam ediyor.

Ve işte şimdi nice badirelerden, yıkımlardan, savaşlardan sonra garantör olarak bir ateşkesin taraflarından biri.

Ne kadar sürecek, sonuçları ne olacak birlikte göreceğiz.

Türkiye’nin eksen değiştirmesi gibi algılanan kimi gelişmelerin olağan sonucu gibi gözüken bu ateşkesin; bölgedeki şer güçlere yapılan alenî silah yardımındaki “silah yardımı yapmadık nokta/ silah yardımı yaptınız nokta” restleşmesindeki ‘nokta/nokta’diplomasisinin ve ABD/Rusya ikilisinin yeryüzüne yayılmış gibi gözüken ‘tuhaf’ olaylar zincirinin gölgesinde gerçekleştiğini unutmayalım.

Hakikati geçtik, gerçeğin ne kadarını bilmemize izin verildiğini bilmediğimiz bir dünyada, her ne sebeple ve niyetle olursa olsun, ateşin sesini kesmesinin mazlumlara bir nefes alma ve bir insan sesi duyma imkânı bahşedeceği açık.

Açılan bu bir avuç gökyüzünden selam insana, çocuğa, câna, esenliğe.

Noterler, şairler ve üstadlar

Son derece velud bir şairdi kadim dostum. Bir oturuşta onlarca dörtlüğü vezin ve kafiye kusuru olmaksızın kağıda dökerdi. Ne var ki, günün birinde garip bir hadise vukua geldi. Şiir meraklısı bir zat, bu velud şairin mahlasını çalıverdi. Fevkelade öfkelenen kadim dostum hiç tereddüt etmeden mahlas hırsızını düelloya çağırdı.

Muhtemel felaketi sezinleyen Prof. Turan Yazgan hemen meseleye el koydu. Mahlas hırsızlığı nedeniyle işlenecek bir cinayetin dünya basınında bile yankılanacağını, Türkiye’nin imajının sarsılacağını ifade eden dokunaklı bir konuşma yaparak tarafları barıştırdı. Barış çubuklarının tüttürülmesinin ardından kadim dostum, hemen notere koştu, mahlasını kendi adına tescil ettirdi.

...

Birkaç gün sonra Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nın ünlü menajerlerinden Zeki beyle sohbet ederken, kadim dostum çıkageldi. Hemen kaleme kağıda sarıldı. Birkaç dakika içinde elli, altmış satırlık bir şarkı sözü yazarak menacere uzattı. Satırlara dikkatle göz gezdiren Zeki bey bir an düşündü... Ssonra esere ikinci kez göz atmaya başladı. İşte o anda kadim dostum, ani ve öfkeli bir hareketle menajerin elindeki kağıdı kaptı ve hızla uzaklaştı.

Ertesi gün, öfkesi hâlâ dinmemişti:

“O Unkapanı yamyamı yüzünden dün notere 27 lira ödedim. Şarkı sözümü ikinci kez okumaya başladığında gözleri nasıl da kısılmıştı. Anladım ki hafızasına nakşediyor. Sonra da kendi malı gibi satacak!”

...

Birkaç gün sonra, Sultanahmet’te rastladım kadim dostuma. Telaşlıydı.

“Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisine dün bir şiirimi bıraktım. Lakin akşamüstü içime bir kurt düştü. Sabaha kadar uyuyamadım. Hadi bana refakat et. Şiirimi alıp notere gidelim. Sonra döner, tekrar Büyük Doğu’ya iade ederim.”

‘İyi ama, ya üstatla karşılaşırsak? Ona böyle bir teklif kimin haddine?”

“Merak etme, bu saatte orada olmaz. Dün de yoktu zaten. Oğlu muymuş neymiş, Osman diye biri vardı, ona bıraktım.”

Vakit geçirmeden karşı kaldırıma yürüyüp Büyük Doğu’ya girdik. Girmemizle birlikte öylece kalakaldım!

Karşımızdaki masada oturan üstad meraklı gözlerini dikerek bize bakıyordu. Korktuğum başıma gelmişti. Ne içeri ne de dışarıya doğru bir adım atabildim.

Kadim dostum da böyle bir manzarayı beklemiyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Üstada doğru yaklaştı. Kısık bir selamdan sonra meramını anlatmaya başladı. Ne var ki bu arada dilinde bir tutukluk hasıl oldu.

Onun bu halini gören üstad: “Heyecanlanma evlat, sakin ol bakalım.”

Bu müşfik ses tonu etkisini göstermekte gecikmedi. Kadim dostum tane tane anlatmaya başladı. Velakin sözlerini tamamladığında üstadın yüzünde dehşetengiz bir öfke ifadesi belirdi. Noter meselesinin perde arkasını hemen kavramıştı. Duyduklarına inanamıyor gibiydi. Birden kükredi: “Küstah herifler! Memleketin bacasını ateş sarmış siz hala şiir diye karaladığınız paçavraları notere motere götürme derdindesiniz! Ben yazıyorum yetmiyor mu! Ben yazıyorum yetmiyor mu! Ben yazıyorum yetmiyor muuuu!”

...

Servantes’in iki ünlü kahramanı gibi kendimizi dışarı attığımızda kadim dostum şiirini kurtarmanın keyfi içindeydi.

“Öyle esip kükrediğine, bağırıp çağırdığına bakma” dedi: “Şiirimi defalarca okuduğundan eminim. Hafızasına aldığı besbelli.”

Sonra saatine baktı: “Eyvah noter kapanmak üzere!“

Ok gibi fırladı.

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum