Bursa’da Âkif

Cumartesi günü soğuk, biraz kasvetli bir havada Bursa’ya girdim. Bursa’nın girişi de artık İstanbul gibi nerede başladığı pek bilinmeyen bir noktada.

Ulu Câmii etrafındaki klasik çarşı ve mahalle dokusunda biraz nefes alıp kaldığı kadarıyla ‘gerçek Bursa’ya dâhil olduktan sonra Tahtakale’de ara sokaklara daldım...

Akşam saat sekiz civarında Ördekli Kültür Merkezi’nde Âkif’i anmak için dostlarla buluştuğumuzda konuşmacı olarak sağımda Mustafa Bâki Efe, solumda ise İsmail Kılıçarslan, Âkif’in Kosova’daki yakın akrabasının torunu İsa Mulaj ve tercümanı bulunuyordu.

“Hazreti Mehmet Âkif diye başlayalım” dedi Hazreti Mustafa Bâki Efe.

Başladık ve sonra Âkif devam etti salonda, Bursa’da, Türkiye’de.

İsmail 15 Temmuz gecesi Akif’in “korkma!” kelimesini yanına alıp evden çıkarak Şehitler Köprüsü’ne gidişini ve orada o kelimeyle birlikte şâhit olduğu ânları anlatırken bize dört tablo çizdi.

Şâir, hâfız, vâiz, veteriner, müderris, mütercim, pehlivan, yazar ve daha pek çok özelliği kendisinde cem eden Âkif’in o samimi, yoksul, güzel, mustarip hayatını anlamak için elimizde kelimelerden başka bir şey yoktu.

Safahât vardı, anılar vardı, tarih vardı ve hepsi kelimelerdendi.

Anti emperyalist Müslüman Şair Âkif’in yüz yıl önceki zamanıyla, şimdiki zamanın Türkiye’si arasında kurulacak paralellikler şaşırtıcı benzerliklerle dolu.

Üç anıtsal şiiirinden biri olan Bülbül şiirini, savaşta Bursa düşünce yazmıştı Âkif.

İşte biz o Bursa’da Hüseyin Atlansoy’un deyimiyle “Mustaripler Loncasının Reisi”ni anarken salonda Babası Tahir Efendi, Hoca Süleyman Efendi, Esad Dede, Hoca Kadri Efendi, Rıfat Hüsamettin Hoca, Hafız Osman Efendi, Sâdî, Hâfız, Mevlâna, M. Abduh, C. Efgânî, Abbas Hâlim Paşa, Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Babanzâde Ahmet Nâim, Hasan Basri Çantay, Mithat Cemal Kuntay, Neyzen Tevfik, Şerif Muhiddin Targan ve elbette -Allah kendisine uzun ömürler versin- Üstad Sezai Karakoç’u da kaçınılmaz olarak anıyorduk. Esasen Âkif hakkında söylenecek her şey, onun bütün fotoğraflarında açıkça belli olan gözlerindeki derin kederde söylenmemiş midir?

Salondan çıktığımızda o soğuk, ayaz hava Bursa gecesinde hükümfermâ olmayı sürdürüyordu. Türkiye’nin içindeki ve etrafındaki ‘aşırı’ hareketli hava da öyle.

Evet, Akif’in dediği gibi “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın” ama bir daha bestelenmesinde bir sakınca yok galiba.

“Rahmetle anılmak, ebediyet budur ama

sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecek”

Böyle demişti Âkif. Onu rahmet, özlem ve saygıyla yad ederken Osman Gazi Belediyesi Kültür Müdürlüğüne ve bütün dinleyicilere teşekkür ediyoruz.

Pehlivan tefrikalarına dair bir hatıra

Sivas’taki çocukluğumdan kalan en unutulmaz hatıralarından biri, evimizin müdavimi olan Tercüman Gazetesidir. Hususiyetle de Murat Sertoğlu’nun iki tefrikası: Birincisi Hazreti Ali, diğeri ise Koca Yusuf! Üstadın öylesine heyecan verici bir üslubu vardı ki, günün birinde merakıma mağlup olarak babama bir soru sorma gafletinde bulundum:

‘Hazreti Ali mi yener, Koca Yusuf mu?’

Aldığım cevap okkalı bir tokattı. Ama ne tokat!.. Rahmetlinin fırıncı küreğini andıran nasırlı elinin hala suratımda hissetmekteyim.

Aradan yirmi yıl kadar geçti. Üstad Sertoğlu yine Tercüman gazetesinde ‘Kara İbo’ başlıklı pehlivan tefrikasını kaleme almakta idi.

Bir ara yolum İstanbul’a, meşhur Erenler Kahvehanesine düştü. Dahili mekanda yaşlı, tıknaz bir adam, önündeki teksir kağıdına tükenmez kalemle bir şeyler yazmakta idi. Sessizce yanındaki tabureye iliştim ve eksir kağıdına nazar ettim... Ve okuduğum cümleyle birlikte hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından birini yaşadım.

‘Kara İbo: Vay canına, dedi!’

Demek bu zat Murat Sertoğlu idi. Kara İbo’yu böyle sıradan bir mekanda yazıyordu. Üstelik döküman, belge vs. olmaksızın. Demek, çocukluğumdan beri beni heyecana garkeden, o unutulmaz tokadın müsebbibi olan tefrikalar hep masa başında üretiliyordu.

...

İlk şoku atlattıkdan sonra: ‘Efendim, çocukluğumda sizin yüzünüzden bir Osmanlı tokatı yemiştim’ dedim.’

Merakla baktı. Anlattım... Uzun uzun güldü. Nargilesinden derin bir nefes çekerek:

‘Bu pehlivan tefrikaları kimleri heyecana gark etmedi ki... Sene 1961. Başbakanın, bakanların ipe çekildiği o dehşetengiz ihtilal günleri!.. Bir gece gazetemizin santral memuru nefes nefese odama girdi:

‘Murat bey! Murat bey!’ dedi. ‘Devlet Başkanı Cemal Gürsel telefonda!.. Sizi bekliyor! Üstelik sesi de çok heyecanlı!

Korkudan kanım çekilmişti. Yere yığılır gibi oldum. Koskoca devlet başkanı beni niçin arasın? Üstelik de gece yarısı!

Ressam Şahap Ayhan’la santral memurunun kollarında santrale doğru sürüklenirken, idam sehpasına zorla götürülen mahkum gibiydim. Titreyen ellerimle ahizeyi kulağıma götürmeye çalışarak:

‘Buyrunuz paşa hazretleri, bendeniz Murat Sertoğlu’ diye inledim.

‘Murat bey, bugünkü tefrikanızı yine en heyecanlı yerinde kesmişsiniz. Gözüme bir türlü uyku girmedi. Beni daha fazla merakta bırakmayınız. Hergeleci İbrahim mi galip geldi yoksa Adalı Halil mi?

Hala kendimde değildim.

‘Hangisinin galip gelmesini istersiniz paşa hazretleri? deyiverdim.’

...

Cennetmekan Sertoğlu üstadımıza bu küçük hatıranın yayınlandığı gazete nüshasını sunmayı ne kadar isterdim.

Neyse, kaçınılmaz gün geldiğinde elden teslim ederim artık.

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.