Dün yarın şimdi

Gelecek üzerine konuşmak mı, yoksa geçmiş üzerine konuşmak mı daha ilginç?

Cevabı zor bir soru galiba. Aynı soruyu hangisinin daha yararlı olduğu noktasında da sormak mümkün.

‘Şimdi’nin suyu mu çıktı, neden yaşadığımız ân üzerine konuşmuyoruz, denilebilir.

“Ân”ı yakalamak çok zor da ondan olabilir belki. Mâlum sürekli kayıp gidiyor “ân”lar, elimizde tutamıyoruz ve hızla “geçmiş” oluyorlar. Ortaçağ’daki bir pazartesi ile dünkü pazartesi arasında uzaklık bakımından bir fark var mı, doğrusu pek kestiremiyorum.

Kocamustafapaşa’daki mahalle kahvesinde iki ahbapla alçak iskemlelere oturmuş gelecek üzerine laflarken önümüzdeki küçük ahşap masanın üzerine dünyanın çeşitli hâllerinin izdüşümleri düştü.

3D teknolojisinin getireceği yeniliklerden, sürücüye ihtiyaç duymayan otomobillere kadar değişik ping pong topları o küçük masacıkta gitti geldi.

Bendenizin biraz uzak olduğu teknik teferruatları, iki dostum, biraz da ilgi alanları sebebiyle açtı da açtılar. Öyle ki iş, bu teknik gelişmelerin tetikleyeceği hukukî değişimlere kadar geldi.

Dostlarımdan muzip olanı ikide bir sözü Başkanlık sistemine getiriyor ve ‘işte bütün bunlar ancak Başkanlık sistemiyle mümkün olabilir” diye minik fişeklemeler yapıyordu.

Çay bardakları durmadan dolup boşalırken iletişim teknolojilerinin ulaştığı boyutu biraz açmak için dostlarımdan biri kendi ilgi alanından uluslararası bir yatırımcının yaşam stili üzerine şâhit olduğu bir fotoğrafı aktardı: Amerika’da yaşayan bu yatırımcı adam, dünyanın değişik bölgelerindeki sekiz ayrı projesiyle oturduğu yerden ilgileniyormuş. Ama çeşitli coğrafyalardaki saat farkları sebebiyle her gün tâkip edip karar vermek zorunda olduğu yatırımları için 24 saat ayakta kalmak gibi ‘minik’ bir zahmete de katlanmak durumunda imiş.

16-11/01/efg.jpg

Bana biraz zavallıca geldi bu yaşam stili.

Çayları getirip götüren dikkatli garsonun hayatı bile muhtemelen daha ‘renkli’ idi böyle bir ‘yaşamak’tan.

Musul, Halep, Kerkük üzerinden artık daha da ‘berraklaşan’ Ortadoğu meselesi ise çay bardaklarımızın etrafında dönüp durdu sessizce.

Ne çok “ân” mazi oldu o güzel akşamdaki küçücük masada, sayamadım.

Bir sofraya davet mektubu

İstanbul’da artık yemekli ev ziyaretleri bizim kuşak için tarihe karışıyor. Her şeyden önce evlerin mimarisi ve küçüklüğü birkaç ailelik yemekli misafirliğe pek müsait değil. Bunun yanısıra diyelim kırk-elli kişilik bir ‘dostlar’ toplantısının sigarasını, çayını, kahvesini de eklediğinizde bu zahmeti ‘çekecek’ asıl ev sahibini de düşünmek gerekiyor. Bu yüzden ister istemez bazı alternatifler gelişiyor. Bir lokanta, bir bahçe, hatta bir başka şehir gibi.

Geçtiğimiz Cumartesi günü uluslararası ekonomi ve siyaset dâhil bir çok alanda mütebahhir bir dostumuzun şık bir yemek daveti metnini aldım. Kendisinin de izniyle bu zarif mektubu sizinle paylaşmadan edemedim, şöyle efendim bu veciz mektup:

“Siirt dolması genellikle üçte bir et, üçte bir sebze ve üçte bir pirinç esaslı olarak hazırlanır.

Ben bugün biraz değişiklik yaptım.

Kırklareli kuzu kuşbaşını ince rendelenmiş soğanla terbiye edip salça ve domates suyunda dinlendirdim. Sonra bu karışıma maydanoz, domates, yeşil biber ve kırmızı biber ekledim. Bugünkü yemekte pirinç oranını beşte bire düşürdüm. Tuz ve baharatı eklemeden önce Trabzon tereyağı ile karışımı yeni bir safhaya getirdim.

Kurutulmuş patlıcan ve biberi bir süre sıcak suda bekleterek esnemelerini sağladım.

Taze patlıcanın içini oydum. Yeşil dolma biberlerin sapını ve kapağını kestim. Salçalık biber dediğimiz kırmızı biberlerden de, tat katması amacıyla, bir miktar dolmalık olarak hazırladım.

Plastik eldivenleri takıp dolguya başlamadan evvel tencerenin dibini kuyruk yağıyla sıvadım ki en alttaki dolmalar yanmasın.

Kısık ateşte piştikten sonra summak eklemeyi planlıyorum. Acaba ben summak istemem diyen var mı? Bence summaklı dolma lezzetin zirvesidir.

Birecik yaylalarından gelmiş marulumuz, dalında kalmış son pembe Çatalca domateslerimizin yanında, siyah ve kırmızı turplarımız, göbek salatamız, salatalığımız, maydanozumuz var.

Tadımlık Siirt ve Konya Divle- Obruk peynirimiz ve Gemlik zeytinlerimiz de, siz saygıdeğer gurmelerimizin tetkiklerine arz edilecektir.

Tüm dileğim yemeği yakmadan sizlere sunabilmek.. Dua lütfen.”

Bu içten ve zarif davete icabet etmemek mümkün müydü? Böyle bir mektuptan sonra sofrada zehir ikram edilse dahi gitmemek olmazdı. Gittik, gördük, taam ve şükreyledik. O nefis sofradaki tatların damağımızda bıraktığı lezzet bir gün unutulsa da bu mektubun dimağımızda bıraktığı lezzetin unutulmayacağı âşikâr. Düşünüyorum da Yahya Kemal bizi sofraya davete etse böyle bir mektup kaleme alır mıydı acaba?

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.