Gecenin içi

Bazan bir tel kopuyor ve hakikaten ahenk ebediyyen kesiliyor.

Genç bir avukat dostum vardı. Kendi hâlinde, çelebî bir şekilde yaşayıp giderken etrafına bin türlü iyilik çiçekleri serperdi.

Aşırı incelikli ve keskin zekâsını bir gün bile kötülük için koşturmadı.

Çok seçerek okuduğu harika kitaplarını yanından hiç ayırmadan yaşarken yılda ancak kendisini geçindirecek kadar, çok az sayıda dava alması onun farklı bir yönü olarak kaldı bende.

Kaldı diyorum, çünkü o menhus tümörün varlığını öğrendiğinde bir çok şey için geç ( mi?) kalınmıştı.

Hastaneleri sevmezdi.

Uzun tahliller, kemoterapiler, iğneler şu bu ona göre bir hayatın içerdiği şeyler değildi. Dokunmasınlar bana dedi.

Kimsenin dokunamayacağı yalnızlıklara çekildi. Biraz daha dua, biraz daha kitap, biraz daha iyilik. Hiç şikayet etmedi kimseye, mücrim gibi titremedi de.

Gülümsemesi ve o gülümsemenin yüzüne getirdiği aydınlık daha da artmıştı sanki. Ve çok yağmur yağdığı bir gün gitti.

Vay ki gençti. Mezardan herkes döndü. Ne kaldı orada? Kubbede bıraktığı hoş sadâların şahidi bir ben miyim?

Dışarıda akan hayatın gürül gürül olduğu yanılsamasını yaşayan sadece ben miydim? Dünyanın içinde beliren bu boşluğu içinde mi taşıyordu o? Bu boşluğu burada bırakıp mı gidiyordu giden herkes? Onu kimler karşılamıştı gittiği yerde? Ve neyin kavgasıydı içinde debelendiğimiz her şey?

Kader hep geliyor, ne erken ne geç. Ve bilmiyoruz gecenin içinde güneşle birlikte başka neler var?

Sirke

Geçen gün keskin bir sirke gördüm. Hafiften delmeye başlamıştı küpünü. Keskinsin dedim, sirkeye. Kabul etmedi ya da etti ama kibrine yenik düşüp öyle bir şey yokmuş havasında keskinleşmeyi sürdürdü. Anlayabileceği açılardan anlatmamı engelledi, keskinliğini biraz daha arttırırken. Kaderinin iplerini elinde tutuyor gibi câhil ve zâlim bir edayla küpünün içinde devinmeyi artırdı. Olacak olanlar da olmuş olduğuna göre olanı söyleyelim.

Delik bir küpten son damlaları akıp giderken kimse acımadı ona. Küp ise kaldı öyle boş.

ANONS

Sakın bütün mesele, meseleyi Allah’a bırakabilmekte olmasın! Ne ki oluyor, O bakmakta! Ne ki olmadı, görmekte O.

Boz Geyik

… Çok, çok eski bir zamanda, yaşlı bir avcının yiğit bir oğlu varmış. Yaşlı avcı, genç oğluna avcılığın bütün hünerlerini, inceliklerini öğretmiş ve delikanlı avcılıkta babasını geçmiş… Attığı ok boşa gitmezmiş. Yerde kaçan, havada uçan hiçbir canlı kurtulamazmış onun okundan. Yatan dağlardaki bütün av hayvanlarını öldürmüş, gebe hayvanları da, yeni doğmuş yavruları da, acımadan vurmuş. Genç avcı, Boz Geyik’in sürüsünü de kırıp geçirmiş. Geride yalnız dişi Boz Geyik’le onun yaşlı erkeği kalmış. Boz Geyik genç avcıya, gözyaşları dökerek yalvarmış: Geyik soyunu kırıp tükettin. Soyumuzun tamamen yok olmaması için eşim Tav-Teke’yi sağ bırakmanı istiyorum. Bunun için yalvarıyorum sana. Onu vurma!

Ama genç avcı onu dinlememiş. Nişan almış ve bir atışta Tav-Teke’yi vurmuş. Vurulan Tav-Teke yardan aşağı yuvarlanıp gitmiş. O zaman Boz Geyik, acıdan inim inim inlemiş.sonra genç avcıya dönmüş:

-Hadi beni de vur, yüreğime nişan al, hiç kımıldamayacağım. Ama vuramayacaksın! Bu senin son atışın olacak, senin de sonun olacak! Genç avcı yaşlı geyiğin bunadığını, ne söylediğini bilmediğini düşünmüş ve gülmüş, nişan almış. Gerçekten kımıldamadan duruyormuş Boz Geyik. Oku fırlatmış. Ok, geyiğin ön ayağını sıyırıp geçmiş, onu sadece hafifçe yaralamış. Oysa bugüne kadar, genç avcının başına hiç böyle bir şey gelmemiş, hiçbir zaman attığı ok hedefinden şaşmamış.

-Gördün mü, demiş Boz Geyik, şimdi ben topal ayağımla kaçacağım, yakalayabilirsen yakala, vurabilirsen vur bakalım!

Genç avcı yine gülmüş:

-Sen de kaçabilirsen kaç bakalım! Benden vebal gitti. Yakaladığım zaman kafanı koparacağım seni bunak hayvan!

Topal Boz Geyik kaçmaya başlamış. Genç avcı da peşine düşmüş. Dağ-taş, dere-tepe, kar-buz… Bir kovalamaca başlamış. Geyik kaçmış, avcı kovalamış ve kovalamaca günlerce sürmüş. Genç avcı topal geyiği yakalayamıyormuş. Yayını düşürmüş, üstü başı parça parça olmuş. Boz Geyiğin onu dik kayalara sürüklediğini farketmemiş… Öyle bir yere gelmiş ki, oradan ne aşağı gidebilir, ne yukarı çıkabilirmiş. Ne sağa gidecek yol varmış, ne sola. Gelip durduğu yerden hiçbir tarafa adım atamaz, hiçbir yana gidemez durumda kalmış. Boz Geyik onu orada bırakmış ve gitmeden önce de şöyle demiş:

Artık buradan hiçbir yere gidemeyeceksin. Hiç kimse de seni kurtaramayacak! Soyumu kırıp yok ederek beni nasıl dayanılmaz acılar içinde bırakmışsan, senin baban da yüreğini parçalaya parçalaya, dağlar taşlar arasında koşa koşa, öyle acılar içinde ağlasın. Bunu diliyorum. Kargışlarım tutsun seni Karagül, kargışlarım tutsun! Lanet sana!

Boz Geyik böyle lanet okuduktan sonra, kayadan kayaya, dağdan dağa sekerek, ağlaya ağlaya gitmiş. (…) Cengiz Aytmatov-Elveda Gülsarı-Çev.: Refik Özdek-Ötüken Yay.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.