Bitmeyen F-35 macerası
10 yıldır süren bir F-35 tartışmasında ilerleme sağlanabileceğine dair haberler konuyu tekrar gündeme getirdi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın Ankara ile Washington arasında Türkiye’nin F-35 projesine dönebilmesine dair müzakerelerin sürdüğünü ve önümüzdeki aylarda yeni gelişmeler olabileceğini paylaşması sürecin hala devam ettiğini gösteriyor.
Öncelikle Amerikalılar ilk kez benzer bir cümle kurmuyor. Trump’tan önce Biden döneminde de Amerikalı diplomatlar buna yakın açıklamalar yaptılar. Muhtemelen bu tür mesajlarını Türkiye’de nasıl algılandığının farkındalar ve olumlu bir hava yaratmak istediklerinde bu algıyı kullanmaktan çekinmiyorlar.
Genel alışkanlık, yapılan uzun açıklamalardaki F-35 projesine Türkiye’nin yeniden dahil olabileceğine dair bir cümle ya da üstü kapalı imanın alınıp “sona yaklaşıldı” başlığı ile verilmesi. Ancak aynı açıklamalarda aslında gayet iyi bilinen ve nihai anlaşmanın neden gerçekleşmediğini yineleyen satırlar nedense yok sayılır. Nitekim Barrack’ın mesajında da “ABD kanunlarına göre Türkiye’nin S-400’leri kullanmaması ve bunlara sahip olmaması gerekiyor.” cümlesi var. Dolayısıyla bu şart gerçekleştiğinde F-35 programının tekrar masada olacağı yeni bir konu değil.
Farklı olan Trump ile Erdoğan arasındaki genel uyumun bürokratik müzakerelerde tıkanan süreci hızlandırabilecek bir etkide bulunabilecek olması. Ancak bu da sonunda kongreden CAATSA yaptırımlarının kalkması için bir onay gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Orada da İsrail’in Türkiye’nin alabileceği uçakların en azından belli sınırlamalara tabii tutulması şartı duruyor.
Eğer her şey yolunda giderse ve Amerika Türkiye’nin F-35 programına tekrar katılmasına onay verirse o zaman da Ankara’nın önünde uzun bir takvim var. Zaten parası verilmiş F-35’lerin seri şekilde teslimi dışında F-35’in mevcut bir üretim planlaması var ve Türkiye’nin o planlamaya girmesi ve uçakları teslim alabilmesi için uzun yılların geçmesi gerekiyor.
“Amerika’ya bu kadar bağımlı olmak zorunda mıyız?” sorusuna cevabın iktidarın projeye yeniden dahil olmak için gösterdiği çabada aranması gerekiyor.
Eğer süreç resmi olarak başlarsa o zaman Ankara’nın önüne maliyet sorunu çıkacak. Ömer Taşpınar’ın altını çizdiği gibi Türkiye’nin kendi yürüttüğü Kaan projesi, İngiltere’den alınacak yüksek maliyetli Typhoon Eurofighter uçakları, füze savunma sistemleri için gerekli yatırımlar ve balistik füze programları toplamda çok yüksek rakamlara ulaşıyor. Türkiye’nin çok derin bir ekonomik krizden geçtiği bir süreçte bu yüksek bütçelerin nasıl karşılanacağı da ayrı bir soru işareti.
Savunma yatırımları doğaları itibarıyla uzun vadeli planlamalar gerektiriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ve İsrail’in tüm bölgeyi ateşe atan saldırıları sonrası küresel güvenlik açığının arttığı, tüm ülkelerin bu açığı kapatmak için bütçelerinin büyük bölümünü savunmaya ayırmaya başladığı bir dönemde küresel silah üreticileri ve tedarikçileri üzerindeki baskı artmış durumda. Bu da gerekli süreyi daha fazla uzatıyor.
Ancak Ankara’nın meselesi sadece konjonktürel güvenlik ihtiyacı değil. Türkiye on yıllardır ortaya çıkan savunma krizlerini sürekli yeteri hazırlık ile karşılayamayan, gerekli operasyonel kabiliyetleri arkadan takip ve tedarik eden bir çizgide ilerliyor.
1991’deki ilk Irak savaşında Irak ile İsrail arasında füze saldırılarının yaşanmasının üzerinden 34 sene geçti. Türkiye’nin hala anlam ifade edecek bir füze savunma sistemi yok. Suriye’nin 2011’den bu yana bir tehdit olduğu hatta kimyasal silah kullanabileceği bir süreç yaşadık. Bu da TSK’nın hazırlık seviyesini gerekli noktaya getirmesine yetmedi.
Son dönemde silah sanayiinde gerçekleşen yatırımlar, yeni projeler, iddialı hedefler önemli bir eşik. Eğer istenen gelişme sağlanırsa kısa vadede olmasa da orta vadede kendi kendine yetebilme konusunda belli bir seviyeye gelinmiş olacaktır. Ancak savunma sanayiinin de Türkiye’deki genel verimsizlik, rekabet şartlarının gerektiği gibi uygulanmaması, şeffaflık eksiği ve siyasal tercihlerin ilave maliyetleri ile malul olduğunu unutmamak gerek.
S-400 sisteminin alınması kararının, alternatif tercih maliyetlerinin ve F-35 sebebiyle oluşan açığı kapatmak için kaybedilen zamanın ve yönelinen pahalı seçeneklerin ülkeye kaybettirdikleri de artık ortada.
Ödenen maliyetlere bakıldığında ülke savunması ve güvenlik politikalarının Türkiye’deki genel pratiğin aksine aslında en şeffaf olması, en ince denetimlerden geçirilmesi ve demokratik sorgulama mekanizmalarının en fazla uygulanması gereken alan olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
