Göç çıkmazı
Türkiye’nin nüfusun hızla yaşlanması, doğum oranlarının düşmesi, 0-4 yaş arasının cumhuriyet tarihinin en düşük oranına gerilemesi ile çok değil 10 yıl içerisinde ciddi nüfus sorunları yaşayacak olmasına dair yazıya gelen yorumlar haklı bir noktaya dikkat çekiyordu.
Mevcut nüfusun da eğitimli ya da varlıklı bir kesimi tercihini yurtdışından yana yapıyor. Bu da nüfus sorununu daha da derinleştiren, mevcut demografik yapının akademik, kültürel ve ekonomik üretim kanallarında daha zayıf bir yapıya bürünmesine sebep olan bir mesele.
Yani daha kalabalık, daha yaşlı, daha az üreten, kültürel alanlarla daha az ilgili, teknolojik, akademik başlıklarda daha az katma değer yaratan, beklentileri ile imkanları arasındaki makasın daha açık olduğu sorunlu bir toplum bekliyor bizi.
Durum parlak değil. TÜİK verilerine göre yurtdışına göç eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Lise giriş sınavları ve üniversite sınavları sonuçları açıklandı. Liselerde en yüksek puan alan okullar daha çok Almanca eğitim verenler. İstanbul Erkek Lisesi ve benzeri yüksek puanlı liselerin mezunları doğrudan yurtdışına gidiyor.
Fotoğrafı tekrar çekelim. Kronikleşen nüfus darboğazında nicelik sorununa nitelik problemi etkileniyor. Üniversite mezunlarının, doktorların, mühendislerin iş ararken birinci tercihinin başka ülkeler olması bir yana üniversiteye giden neslin seviyesi de geçen senelerin altında. Çünkü iyi liselerin mezunları artık Türkiye’deki üniversiteleri değil dışarıyı tercih ediyor.
Üstelik daha önce gidenler kendi milletinden gettolara ya da kesimlere yerleşirken zamanın ruhu milletleri aşan paralel aidiyetler üretiyor. Artık milli kimliklerden fazla değilse de onunla yarışacak kadar ulusüstü kimlikler inşa ediliyor.
Aynı tüketim kalıplarına ve dünya görüşlerine sahip sosyoekonomik kesimler farklı aidiyet grupları oluşturuyor. Ulusal kimlikleri aşan bu kimlikler, artan farklı milletler/dinler arası evliliklerle göçlerin geri dönüşünü zorlaştıran bağlar üretiyor.
İktidarın ekonomi politikası, vergi düzenlemeleri, parayı bankacılık sisteminde tutanlara bile getirdiği ilave stopaj yükümlülükleri ile artık ülkeden para bulundurmak, uzun vadede ağır maliyet üretme potansiyeli taşıyan carry trade gibi alternatifler dışında anlamsızlaşmış durumda. Bugün gidenleri bırakın gitmeyenler bile emlak yatırımlarını başka ülkelerde yapıyor.
Fotoğrafı tekrar çekelim ve yetişmiş/yetişmekte olan insan kaybına sermaye göçünü de ekleyelim. İnsanın içini daha karartan bir manzara.
Göç ve nüfus yönetimi bugünün sorunu değil. Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de demografik denge, kimi zaman faşizan önlemlerde sağlanmaya çalışıldı. İstanbul çok renkli, çok etnik ve dini kimliklere sahipken tek renkli hale geldikten sonraki hali içimize siniyor mu ayrı mesele.
Türkiye’nin göç politikası sorunlu. Bu, işi bilenlerin değerlendirmesi. Mevcut popülist söylemlerle, ideolojik yaklaşımlarla göç başlığının İçişleri’nin elinde dar bir alana sıkıştırılması ciddi bir problem.
Türkiye’nin nitelikli nüfus açığını dışardan gelecekler, Türkiye’de eğitim görmüş yabancılar ile kapatma ihtimali var. Ama bu da göç/göçmen/sığınmacı meselesini sadece güvenlik sorunu olarak görmeyen stratejik bir bakış açısı gerektiriyor.
Her yabancıyı, kendi vatandaşlarını gördüğüne benzer şekilde, temelde bir güvenlik meselesi olarak gören bir yapının soruna çözüm üretmesi mümkün değil.
Her zaman dışarıya gidiş olur bunu engellemek mümkün değil. Aynı şekilde Türkiye gibi ülkeler göç de alır. Giden-gelen dengesinin sizin için daha kalifiye bir nüfus, daha üretken bir yapı ve daha yüksek refah standardı oluşması sizin kimler için ne kadar çekim alanı olduğunuza bağlı.
Türkiye 2010’ların başında Avrupa başta olmak üzere tüm dünya için biz cazibe merkeziydi. Çok uluslu şirketler, küresel haber ajansları, büyük kültür organizasyonları için İstanbul arzulanan adresti. 2015 sonrasında yavaş yavaş gelenler gitti, merkezlerini başka noktalara taşıdı.
Boşluğu ülkelerindeki kötü koşullardan kaçan insanlar doldurdu. Bu gelenlerin de sağlıklı bir şekilde yönetilmesi, toplumsal ihtiyaçlara göre entegre edilmesi mümkündü. O da olmadı. Şimdi kendi içindeki farklılıklarla bile kavgalı bir toplum nüfus krizine çare olabilecek yabancıları içine almak istemiyor.
İçinden çıkılması zor bir ikilemler sarmalı var. Turizm sektöründeki ya da farklı alanlardaki istihdam açığına çare olmak istemeyen, her işi beğenmeyen ancak orada çalışacak yabancıları da istemeyen, dünyanın en pahalı hizmet sektörlerinden birine sahip olan ama personel maliyetini kaldıramayan, dünyanın her gelişmiş ülkesinin vize ve çalışma başvurularında sırada bekleyen ama kendisine gelmek isteyenlere “ne işiniz var burada?” diyen bir psikoloji geleceği boş verin bugün için bile sağlıklı bir çerçeve sunmuyor.
İçişlerine bağlı göç idaresi insan hakları ile kavgalı bir mantıkla geri gönderme merkezlerinde sorgusuz sualsiz işlemler gerçekleştiriyor. Bir dönem Türkiye’de üniversite okuyan ve bu topraklarla gönül bağı kuran yabancılar muhatap oldukları uygulamalar nedeniyle mecbur olmadıkça Türkiye’ye gelmek istemiyor.
Geçenlerde göz yaşları içerisinde muhatap olduğu linç ve nefret söylemine “ne yaptım ben size?” diyerek Türkçe isyan eden Afrikalı kadının sorusunu ufak bir değişiklikle kendimize sormak vakti.
Ne yaptık biz kendimize ya da ne oldu da bu hale geldik?
