Süreç yine Rojava’da tıkanırsa kim kaybeder?

Sorunun en kestirme cevabı herkes kaybeder. Ama tarafların konumları, muhtemel bir çözümden getirileri, gelecek beklentileri ve alternatif maliyetleri değerlendirildiğinde herkesin kaybı aynı olmuyor. Bugün devam eden PKK’nın silahsızlandırılması sürecinde –ki buna demokratikleşme, yüzleşme ya da normalleşme süreci demek için elimizde şimdilik güçlü zemin yok- mesele gelip iki noktaya düğümlenmiş durumda.

İlki İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesi ve bir ölçüde özgürlüğünün sağlanması. Bireysel geçmişi, bugüne kadar takip ettiği çizgi ve toplum hafızasındaki konumu dikkate alındığında Öcalan’dan Mandela çıkar mı tartışması bir yana kişi kültünün bir toplum kesiminin kültürel ve demokratik haklarının temininde bu kadar belirleyici olması bizatihi sorunlu bir yaklaşım.

Üstelik sürece dair araştırmalar kültürel ve siyasi haklar konusunda beklenenden daha yüksek olan toplumsal desteğin mesele Öcalan’a geldiğinde çok dar bir kitleye hapsolduğunu da ortaya koyuyor. Üzerinde uzlaşılabilecek, kişiler ve geçici polemiklerden bağımsız konular üzerinden ilerlemek varken mutabakata varılması en zor, toplumsal faydası sınırlı, siyasi maliyeti yüksek başlıklarda ısrar etmenin mantığını iyi düşünmek gerekiyor.

Sürecin ikinci sıkışma noktası ise Suriye. On yıllarca Kürtleri yok sayan Esad rejiminin araçsal ve konjonktürel önceliklerle tanıdığı coğrafya ve 2011 sonrasının jeopolitik parantezinde ortaya çıkan mevcut Rojava’nın donmuş bir gerçeklik olarak bölgenin geleceğinde var olma ısrarı aynı anda hem Suriye hem Türkiye halklarının ortak çıkarı ile çatışıyor.

PKK’nın Suriye kolu olan SDG’nin kendisini anlamlı kılan, Rojava’nın da mevcut haritalardaki yerini mümkün hale getiren şartların neredeyse hepsi ortadan kalkmışken herhangi bir ortak pratiğe yanaşmaması Şam ve Ankara üzerinde baskı oluşturuyor. 10 Mart mutabakatı için öngörülen sürenin sonuna gelinmesine rağmen SDG’nin arazide beklenen adımları atmaması sadece Suriye’deki değil Ankara’daki siyasal saatle de örtüşmüyor. SDG kaynaklı “anlaştık, çözüldü, işte yeni yapı” gibi iletişim oyunları altı boş çıkınca sadece sürece inancı zayıflatmaya yarıyor.

Şam bir yıl önceki iktidar değişikliğinden sonra yeni bir devlet inşa etme çabasında. Bunun için de Kürtler de dahil geniş bir mutabakata ve ekonomik kaynaklara ihtiyaç duyuyor. SDG ise mutabakat olarak iktidar değişikliği öncesindeki konumunun aynen kabulü beklentisinde. Demografik ve jeopolitik zemini büyük oranda zayıflamış bu talepte ısrar Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın beraberinde Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın ile gerçekleştirdiği ziyaretindeki açıklamalara da yansıdığı şekliyle süreci zorlamaya başlamış durumda.

Bundan önceki çözüm sürecinin çökmesinin en temel dinamiklerinden biri olan Rojava dinamiğinin mevcut süreci de aynı akıbete uğratabileceği algısı güçlenmeye başlıyor. Buna İsrail-SDG denklemini, Türkiye-İsrail gerilimini, İsrail’in Yunanistan ve Kıbrıs ile Türkiye karşıtı koalisyonunu eklediğimizde Suriye’deki Kürtlerin geleceğini sadece kazanılmış haklar, haklı beklentiler gibi başlıklarla tartışmanın da zorlaştığı bir dönemdeyiz. Bu da sanıldığı gibi SDG’yi ve Kürt söylemlerini güçlendirmiyor tam aksine orta vadede meşruiyet zeminin altını boşaltıyor. Kürtlerin bölgedeki ertelenmiş, yok sayılmış haklarını savunmak isteyenlerin önüne İsrail ile işbirliği fotoğrafı konulduğunda ilk endişenin çok bir geçerliliği kalmıyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı süreçte bir yıl önce kimsenin öngöremeyeceği kadar önemli gelişmeler yaşandı. Bunları Kürt meselesinde silah defterini kapatıp siyasete alan açmak için bir fırsat olarak değerlendirmek de mümkün kaybedilmiş bir silahlı mücadelenin kadrolarına özgüven transferi olarak görmek de. Silahlı mücadelenin eski aktörleri kendi dönemlerinin kapandığı üzerinden değil de kendileri için başka formatta yeni bir dönem başladığı üzerinden yol haritası belirledikleri takdirde sonucu tahmin etmek ne yazık ki zor değil.

Çözüm sürecinin başarısızlıkla nihayetlenmesi Türk siyasi hayatına ve demokrasiye ağır bir maliyet ödetti. Sürecin çökmesi Türkiye’deki Kürt siyasetinin önemli aktörlerinin tasfiyesi, anti-demokratik uygulamalarla anayasal seçme ve seçilme hakkının askıya alınması ve Kürtlere uygulandığında ses çıkarılmayan hukuksuzlukların CHP dahil herkes için genel pratik haline gelmesine giden yolu açtı.

Elbette 15 Temmuz darbe girişimi başta olmak üzere başka travmalar da bugünkü demokratik dar boğazın sebepleri arasında. Ancak yakın tarih örgüt aklı ile siyasetin ve toplumsal dinamiklerin örtüşmediğinin örnekleri ile dolu.

Bugün de eğer yaşanan acılara rağmen Kürt-Türk ortaklaşmasının dokuduğu tarihsel dinamikler yerine dar örgüt çıkarları, kişi kültleri, diğer ülkelerin ittifak arayışları herkesin büyük umutlar bağladığı bir sürecin yarım kalmasına neden olursa neler yaşanabileceğini görmek için geçmişe bakmak yeterli.

Sürecin başarısı nasıl herkesin çıkarına ise yarım kalması da toplamda herkese maliyet çıkaracaktır. Sonrasında neden başarısız olunduğuna dair yapılacak analizler ise ne sonucu değiştirir ne de aktörlerin sorumluluğunu.

YORUMLAR (4)
4 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.