‘Suyu Arayan Adam’ın tek parti ekonomisi
Son günlerde Cumhuriyet üzerinden haklı haksız birçok güzelleme yapılıyor. Bense bugün geçmişin tanıklarından ‘Tek Adam’ın yazarı Ş. S. Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı otobiyografisinden tek parti iktidarında izlenen ekonomik politikalara içeriden bir bakışı paylaşmak istiyorum. Bu kısa alıntılar çağdaşı tek parti iktidarları arasında ekonomik olarak neden diğerleri kadar başarılı olunamadığına dair bizlere belki bir ipucu verebilir:
***
“1929-1933 dünya iktisat buhranı… Sanayileşmek isteyen geri memleketler için altın devir açmıştı. Çünkü sanayici memleketlerde işsiz ve müşterisiz kalan makineler, âdeta sokağa dökülüyordu… Mütehassıs ve işçilerin bir kısmı ise dünyanın neresinde olursa olsun sığınacak yer (arıyordu). Makinelerin fiyatları sudan ucuzdu… Makine satıcıları neredeyse parasız satışlar yapıyordu… (Bu) tesisler, bizim şartlarımıza göre, daha uzun yıllar verimli olacak tesislerdi.
Bu vaziyetleri gören ve sanayileşmek isteyen işini bilir memleketlerin alıcıları, Avrupa yollarına dökülmüş… elde bulunan yeni imal edilmiş makineleri, hatta kurulmuş fabrikaları paylaşıyorlar, yağma ediyorlardı… Kadro dergisinde, bu fırsat devrinin ehemmiyetini anlatmak için “makinelerin muhacereti” isimli bir yazı yazdım…
Ama o sıralarda bizde sanayileşmek sözü pek inanılmayan, şüpheli bir söz gibiydi. ‘Yerli malı kullanmak’ bir parça da alay konusu olmuştu… Ama bu yazılan yazıların ve söylediğimiz nutukların ardında, gizli maksatlar (aranıyordu). Birçok aklı başında geçinenler bile…:
- Öyle ya? Fabrikalar kurulacak, Âlâ! Fabrikalar kurulunca ameleler olacak. Ameleler olunca da, gelsin komünizm! …
Zaman akıp gidiyordu. 1923-1929 devresinde millî sermayenin birikmesi ve liberal bir kalkınma hamlesi nasıl tahakkuk etmemişse, 1929-1933 dünya iktisat buhranı sırasında da memlekete, ucuz ve uzun vadeli makine ve tesisler getirilmesi imkânları öylece kaybolmak üzereydi…
Bir taraftan sanayii teşvik ve sür-prodüksiyon kayıtları sanayinin kurulmasını ve işletmeleri engellerken, diğer taraftan küçük ve iptidaî tesisleri büyük tesisler aleyhine koruyan (kanunlar vardı). Bütün bunların mucip sebepleri ise kâğıt üzerinde gayet parlaktı: Millî sermaye israf edilmeyecek, küçük müteşebbisler korunacaktı... Bu iptidaî Muamele Vergisi Kanunu, dükkânların atölye ve atölyelerin fabrika haline gelmesini önlüyordu. Küçük sanayii himaye şiarı altında gerilik, dağınıklık ve iptidaîlik kıskançlıkla müdafaa ediliyordu… 3 beygirlik … bir motor ve 3 kişilik bir acemi işçi kadrosu … 300 kadrosu ile çalışan bir fabrikadan üstün tutuluyordu…
Para ve sermaye piyasasında kısır bir deflasyon politikası ise, bütün iyi niyetleri köstekliyordu. Sağlam para, denk bütçe gibi, aslında mantıkî görünen ve fakat taassupla bağlanıldığı zaman ayak bağı olan bir malî politika içinde, para bir put, bir fetiş haline getirilmişti. Bu kısır ve donmuş malî politika, memleketin kredi genişliğine ve yatırımlara en ziyade muhtaç olduğu bir devrede, bütün kredi kaynaklarını bağlıyor ve neticede bizzat bütçeyi de takatsiz bırakıyordu.
Zirai mahsul fiyatları ise tam bir sefalet içindeydi. İki misli mahsul şiarı, ziraatin makineleştirilmesi davası, köyde sermaye birikmesi ve köylünün refahı fikri tahakkuk edememişti…
Hulâsa, zaman akıp gidiyordu. Bir inkılâp heyecanını harekete getirmek, bir sanayi inkılâbının ve kalkınma azminin şevkini vermek ve bu suretle gözleri, donmuş bir ekonomi, dar, yetersiz bir para ve bütçe parmaklığından ayırarak, toprak iş ve inşa sahasında bir plan ve program sistemine bağlamak yolundaki gayretler neticesiz kalmaktaydı…
***
O devirdeki iktisadî siyasetimizin birçok cepheleriyle biz, bir dağa tırmanmaya çıkan, fakat bu dağ yolunda, kendi ayaklarına, kendi elleriyle bukağılar bağlayan bir dağcıya benziyorduk.
Halbuki Birinci Dünya Harbi sonu devrinin, bizim gibi geri kalmış milletlere bıraktığı vakit, o kadar azdı ki, bu kısacık zaman nihayet bir rüzgâr gibi geçti. Bu geçen devir içinde bütün niyetlere rağmen, İktisadî siyasetimiz temposunun, Atatürk gibi bir liderin arzu ve enerjisine rağmen, gereği gibi ayarlanamadığı hazin bir gerçektir.
İkinci Dünya Harbi bizi Atatürk’ün cesaretle tesviye ettiği bir zemin üstünde, fakat birçok aşamalar henüz aşılamamış bir yolun yolcuları olarak buldu.”
Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” Remzi Kitabevi, 1967 s.487-492