Bu da geçecek...

Osmanlı’nın pek çok zor ve karışık dönemi oldu. 1806-1812 arası bunlardan birisiydi. Bu zaman dilimi bir Osmanlı-Rus savaşına denk düşer. Savaş sonunda Sırbistan bağımsızlığını kazanacak, Ruslar Balkanlar’da daha fazla güç elde edeceklerdi.

Osmanlı o dönem sadece Ruslarla savaşmıyor, içeride de sıkıntılı günler geçiriyor, III. Selim’in Yeniçerilere alternatif olarak kurduğu Nizam-ı Cedit sarsıntısı, türlü ayaklanmalar yaşanıyordu. Nitekim 1807’de padişahı tahtan indirecek büyük bir ayaklanma meydana geldi ve Nizam-ı Cedit kaldırıldı. Olaylar, tepkiler, iç gerginlikler devam etti. Ertesi yıl sabık padişah katledildi ve II. Mahmut tahta çıktı, bir iç barış anlaşması olan, iktidarı yeniden paylaştıran Senedi İttifak ilan edildi.

İşte bu dönemin ortalarında, Osmanlı’da bize bugünü hatırlatan başka bir bela baş gösterdi: Taun, yani veba salgını.

İlk kez olmuyordu. 15., 16. ve 17. Yüzyıllarda veba Osmanlı’yı bir çok kez vurmuş, 1501’de başkentin dörtte birini silip süpürmüştü.

Konuyla ilgili, bu yazıdaki bilgilerin alındığı “İstanbul’un veba ile imtihanı” başlıklı değerli makalede Doç.Dr.Nalan Turna şöyle yazıyor:
“İstanbul’da 1705, 1726, 1750, 1751, 1778 ve 1812 yıllarında veba salgınlarına yeniden rastlandı. 1750 yılında tam üç ay boyunca İstanbul’da günde yaklaşık olarak 1000-1200 kişinin öldüğü zamanlara tanık olundu. İstanbul’da 1773’ten 1778’e kadar vebalı altı yıl yaşandı. Salgından kaçmak isteyen, Galata ve Pera’da yaşayan Avrupalı pek çok tüccar ve diplomat Büyükdere ve Tarabya gibi Boğaziçi köylerine sığınarak kendilerini veba salgınından korumaya çalıştılar. Buğday ihtiyacından veya diğer ihtiyaç maddelerinin tüketiminden anlaşıldığı kadarıyla ölenlerin sayısı, nüfusun 1/3’üne yaklaşmaktaydı.”

Sözünü ettiğimiz tarih aralığında veba 1811 sonlarında başlamış, 1813 başlarına kadar sürmüş, İstanbul’un yüzde yaklaşık 25’ni yok etmişti, bu rakam, 100.000 olarak tahmin ediliyor.
İstanbul’a tacir gemileri ve denizcilerle gelmiş, İskenderiye’den İzmir’e, İzmir’den İstanbul’a, denizcilerin yerleştiği mahallelere Fener, Galata gibi yerlere ulaşmış, oradan yayılmıştı.
Nalan Turna’ya kulak verelim:
“Osmanlı 19. yüzyılının önemli vakanüvislerinden ve aynı zamanda bir hekim olan Şanizade Ataullah Efendi hastalığa karşı tedbir alınması ve bu doğrultuda özellikle ‘tecrid’ uygulanmasına gidilmesi gerektiği konusunda uyarılarda bulunduğu halde, bu konudaki görüşleri umursanmayarak alaya alındı…”

“1812 yılı İstanbul’unda birçok sıkıntı yaşandı. Söz konusu yıl boyunca şehir ahalisi, zahire kıtlığından dolayı zorunlu geçim koşullarını sağlamakta yoğun bir biçimde çeşitli güçlükler yaşadı. Fırın önlerinde ekmek kuyrukları oluştu. Esmer ekmek çıkaran fırınlar kapatıldı. O yıl odun kıtlığı yaşandı. Bakkallar turşu satmaktan men edildiler. Şehirde meyve ve et sıkıntısı baş gösterdi … Birçok şey pahalandı. Şehirde pahalılık o kadar arttı ki İstanbul’un yalnızca zenginlerin yaşam mahalli olduğuna dair konuşmalar duyulur olmaya başladı: ‘Âsitâne gâni yeridir, elvermeyen vilâyetine gitsünler.’ Yeniçeriler, gündelik rutinlerini yerine getirdiler. Yani “yoldaşlarını’ haraca bağladılar. Balat ve Galata’da yangınlar çıktı. Ve işte tüm bu olumsuz koşulların yaşandığı şehirde, kuvvetli bir şekilde belirerek kendisini hükümran kılan veba salgınıyla birlikte hayatta kalmaya çalışmak oldukça güçleşmiş oldu…”

Tarihten bir yaprak…

Aslında insanoğlunun öyküsünden, öykümüzden bir yaprak…
O günler geçti, bugünlerde geçecek…
Ama pek çok soruyla ve uyarıyla…

YORUMLAR (24)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
24 Yorum