‘Dağlarca’dan bile kala kala on şiir kaldı’

‘Dağlarca’dan bile kala kala on şiir kaldı’

Şair Vural Bahadır Bayrıl, ‘Solukdönüm’ kitabıyla 2023 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülen şair ve çevirmen Cem Yavuz ile KARAR için konuştu. Bugüne kadar üç şiir kitabı yayımlanan Yavuz, ‘Az mı yazıyorsun?’ sorusuna şu cevabı veriyor: “Az yazdığımı zannetmiyorum; dilin salıncağı hayalin icbar ettiği ölçüde yani kâfi miktarda yazıyorum diyelim. Asaf Halet’in kaç şiiri var, Dranas’ın, Cemal Süreya’nın? Dağlarca’dan bile kala kala 8-10 şiir kalıyor.”

VURAL BAHADIR BAYRIL

Mallarmé için “şairler prensi” derler, 30 yılı bulan şiir uğraşına baktığımda sana “tenhalıklar prensi” diyesim geliyor. Şimdi ve ilk defa bir şiir kitabınla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldın ve açığa çıktın. “Kara kamu”nun farklı yoğunluklarda dikkatine maruz kalacaksın. Bununla nasıl baş etmeyi düşünüyorsun?

Ben çok uzun süre aileden uzakta, parasız yatılı okudum; 70’li yıllarda taşrada ve daha sonra da askeri lise ve harp okulu olmak üzere Heybeliada Bahriye Mektebi’nde. Rilke yedinci Duino ağıtında “Glaubt nicht, Schicksal sei mehr, als das Dichte der Kindheit…” diyor; yani “Çocukluğun yoğunluğundan öte bir şey olduğunu sanmayın kaderin…” Pek sosyal bir Özgüvarlık olmadığınızı keşfettiğinizde, tenhalık bir mizaca dönüşüveriyor galiba. Yine Rilke gibi söyleyeyim: “Onu tanıyor musun? / Kalbin dağlarında Tenha.” Taşrada ve yatılı/askeri okullarda bu tenhalığı bir bilinç kılıp kendinize “suslu” akrabalar edinebileceğiz yegâne mekân da haliyle kütüphanedir.

Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bir görüntü: İlkokul dönemimde, bir gün annem “yemeği asıp” komşuya gitmiş ve ocağa göz kulak olmamı tembihlemişti. Gariptir, ne yazdığımı hatırlamıyorum ama kafiyeli-vezinli bir şiir yazmaya çalıştığımı hatırlıyorum; 9 ya da 10 yaşındayım. Acayip bir duygu seline kapılmışım, Rilke’den seneler sonra çevireceğim Das Karussell şiirindeki atlıkarınca misali rengarenk görüntüler, birbirine karışan bir tür macun gibi akıyordu sanki gözlerimin önünde. Büyülenmiştim; bir yandan seyrediyor bir yandan yazıyordum. Yemek yanmış tabii! İlk yazdığım şiirin atmosferi yaklaşık olarak böyleydi. Mizacımın tenhalığı, o yılların tenhalığı ile birleşip bana böyle bir berzah açtı sanıyorum. Televizyon yok, bilgisayar yok, sabit telefon bile yok, şehirlerarası için postaneden bağlatıyorsunuz; çok çok radyo var, kendi uydurduğunuz oyunlar ve hayalle genişleyen bahçeler. Belki bugün “yüzlerini zamana doğru tutan” insanlar için anlaşılması güç ama o vakitlerde tenhalıkla ahbap olmanın yolları, hayal gücünüzle koşuttu ve ben de çook uzun bir yol katedip buralara geldim.

Hayat dediğimiz şey iyi-kötü karşılaşmalardan ibaret bir “Solukdönümü” aslına bakarsan. 50’li yaşların ikinci yarısını sürerken şunu berraklıkla görüyorum ki benim ömrümün akışını belirleyen şey de Spinoza’nın tabiriyle bu “occursus”lar olmuş hep. Baha; Kapitan Ahab, sen de çocukluğunu ve ilk gençliğini, 70’li yıllarda taşrada geçirdin, iyi bilirsin; “biçimlerin ardında salt geçmişten daha fazlasının yattığı ve önümüzde geleceğin olmadığı o saatler”de yoksunluğu ve yoksulluğu aşacak bir Feldweg (patika) yaratırız daima: temsiller, timsaller, çizgi romanlar, sinema… Bense dünyayla “oyuncak” arasındaki gedikte dikilirken hayal perdesinde Karagöz’le söyleşir, eğleşirdim. İşte sorunda andığın ödüle adını veren Cevdet Kudret’le de bu ilk tenhalık evrelerimde, sanıyorum 12-13 yaşımda Tire Necip Paşa Kütüphanesi’nde karşılaşmıştım. O sıralarda mukavvalar üzerine parça parça, uzuv uzuv Karagöz, Hacivat, Tuzsuz Deli Bekir vb. figürleri çiziyor, sonra onları tek tek kesip bağlayarak uçlarını kırdığım fırçalara yapıştırıyor ve terzi annemin kalıp çıkardığı patron kağıtlarından yaptığım perdenin arkasına yerleştirdiğim bir gaz lambasıyla akşam temaşaları kuruyordum. Eh, Karagöz hikayelerini de bir yere kadar uydurabilirsin; hayal gücümün tükendiği yerde Cevdet Kudret’in Karagöz külliyatı imdadıma yetişivermişti. Edebiyatın bu yorulmak bilmez karıncasının emeğiyle sonraki yıllarda Bahriye Mektebi kütüphanesinde ve hafta sonu izinlerimde uğradığım sahaflarda da karşılaştım. Belleğimde ilk belirenler, Yedi Meşale dönemine ait olan ve yıllar sonra Trakl çevirirken tekrar hatırladığım On Ölüm Şarkısı’nın da içerisinde yer aldığı Birinci Perde isimli şiir kitabı, Havada Bulut Yok isimli romanı ve Gök Mahkemesi başlıklı traji-komik öyküsü... Böyle böyle başka karşılaşmalarla süregelen engin okuma-yazma seyri bende bir tek şeyi “mukaddem” kıldı: Emek. Asli varlık alanı emek üzerine temellenince de görünür olmakla yahut ödüllerle falan fazla alakadar olamıyorsunuz doğal olarak. Fakat nihayet, kendisini “edebiyatın proleteri” olarak tanımlayıp ömrünü cehaletle mücadeleye adamış Cevdet Kudret gibi kurucu isimlerden birinin onuruna verilen saygın bir ödülle buluşmuş olmak, 30 yıllık “tenha emek seyri”min boş ufuklarda yitip gitmediğini doğrulaması açısından da mutluluk verici.

Bugünse insanlar daha çok görünmek, görülmek, dolayısıyla onaylanmak, kabul görmek istiyorlar. Elbette sosyal medya vb. platformlar da bu ihtiyacı hem besliyor hem körüklüyor. Kitaplar artık şık bir mekânda içilen kahve fotoğrafının ilineği; yani tali bir unsur, bir süsleme aracı. Zeitgeist da insanları buna zorluyor, teşvik ediyor. Ne yazık ki edebiyatla, sanatla, çeviriyle daha yoğun ilgilendiğini iddia eden insanlar bile bu işleri bir tür “performans” olarak görme yanılgısına kapılmış durumdalar. Halbuki “to make/machen” başka, “to do/tun” başka bir şey, değil mi! Birisi “produce” ile, üretmekle, yaratmakla, emekle bağlı; diğeri ise “perform”la, yani icra/ifa etmekle. Fakat “illa” söylemek öyle revaçta ki kimsenin bestelemeye (compose) cehdi de hevesi de kabiliyeti de kalmamış artık. Oysaki jonglörlük trubadurluğu asla ilga edemez; yaşayanlar, herdem onların şarkılarıdır, jonglörlerden ise olsa olsa sirk soytarısı olur.

Hasılı, benim açımdan değişen bir durum yok; kamunun “kara”sıyla da “ak”ıyla da işim olmadı, olmaz. Kaydadeğer bir dikkatleri/rikkatleri varsa şayet, bu yazdıklarımın, çevirdiklerimin onları yönelttiği istikamete doğru olmalı; o da şudur: Doğrusu şiir, çeviri, yazmak, tüm bu işler bir tür kürek mahkumluğudur; ömrünüzü verirsiniz, Hiç alırsınız. Hadi Macarca söyleyeyim de gençler bir nebze ümitvar olabilsin: Türelem rózsát terem (Sabır güller bitirir)! Bunu göze alıyorsanız bu işlere niyet edin. Mesela bir kelimeyle pürtefekkür bir dalınç yaşayabilir veya o kelimenin ayan ettiği “Oluş”a (sein) kulak kesilmişken “varolanlar”ı (seiende) unutabilir misiniz? Zira bir şeye kulak kesilmek (hören), ona ait olmak (gehören) yani onun varlık alanına dahil olmak demektir. Düşünelim bakalım!

Neredeyse başlangıcından beri şiir yazmakla şiir çevirmeyi birlikte yürüttün. Ki bilen bilir, besleyici olduğu kadar tüketici bir süreçtir bu. Kendinden vazgeçmeye dönüşür çoğunlukla. Başka bir şaire kendi dilinde “soluk/nefes/ruh vermek” yıpratıcıdır. Bundan sonra ne olacak?

Çeviri bir bilim değilse de bir metodoloji, bir “bili” alanı diyebiliriz; daha çok da sanat. Sayısız yöntemi, tekniği, kuramı, katmanı var. Hatta bugünlerde artık yapay zekanın bile bir gücü, baskısı olduğu söylenebilir. Bilhassa da teknik çeviri alanında bu tür yapay zeka programlarının, öğrene öğrene ciddi anlamda başarı kaydettiğini görüyoruz. Yani yeni çağın yönelimleri ve “tekhne”, fazla nüans talep etmeyen nesnel alanlarda anlamı büyük ölçüde isabetli bir biçimde aktarıyor. Fakat edebi ve felsefi çeviri bir kültür transferi, daha doğrusu kültürel bir eşdeğer yaratma uğraşıdır ve bu öznel bağlam da pek makinaların ilgi alanına girecek bir şey değil.

Özellikle şiirden söz edecek olursak; o, sıradan yazı ve konuşma dilinin içinde açılmış özerk bir alan, bir “soluk kabarcığı”dır. Ve varlığı da biricikliğiyle kaimdir. Dolayısıyla şiir çevirirken uğraşacağınız şey, erek dilde eserin üslubuna akraba bir “replika” yaratmaktır; bu da son derece meşakkatli, sonu gelmez kürek darbeleriyle bir yükü bir kayıkla, bir yakadan öte yakaya aktarma (über-setzen) faaliyetidir. Ve aslına bakarsanız, gönül rahatlığıyla “bitirdim, tamam” dediğinizde bile şiir çevirisi yeni söyleyişlere açık potansiyel bir alan olarak durduğu yerde işlemeye devam eder. Hasılı kelam, edebi ve felsefi çeviri, şiir çevirisi her babayiğidin ve hiçbir kelime işlemci uygulamasının harcı değildir. Çünkü bilgi ve veri dışında, yoğun bir birikim, biçem bilgisi ve hayat görgüsüyle var edilebilir ancak bu alan.

Ben çevirmek istediğim şairle/yazarla bir tür ruhsal akrabalık kurmuş olmayı önemsiyorum. Bu yüzden de her önüme geleni çevirmek gibi bir yaklaşımım yok. Kendi edebi tercihlerimi vurgulayabileceğim eserleri/isimleri tercih ediyor ve çeviriyorum. Elbette iş gereği çok alakasız alanlarda çeviriler yapmak durumunda kaldım gençliğimde. Zihnen pek uyuşmadığım isimleri, metinleri çevirmek durumunda kaldığım da oldu; ancak şiir üzerine konuşuyorsak, sözkonusu yakınlık benim çeviri önceliğimi belirleyen şeydir. Tersinden örnekleyelim; diyelim Türkçeden İngilizceye ya da Macarcaya bir şair çevirecek olsam, bunun mesela Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet veya Asaf Halet Çelebi olmasını tercih ederim. Burada benim açımdan ölçü, varlığı ve varoluşu kavrayış akrabalığıdır, dolayısıyla kendime yakın bulduğum isimleri bir başka dilde var ederken bir tür özdeşleşme imkanını arar ve gözetirim. Böyle de yaptım; Rilke, Eliot, Celan, Nerval, Babits, József Attila vb. şairleri daha çok çevirdim. Müzikle örnekleyeyim bir de: Bozlak, biliyorsun ülkemiz için önemli bir tür, ancak ben onun en iyi numunelerinden Muharrem Ertaş’tan bir, bilemedin iki eser dinleyebilirim, daha fazlası benim kaldırabileceğim bir yük, içinde nefes alabileceğim bir üslup değil; oysaki coğrafyanın ve kültürün belirleyici etkisinden ötürü hayatı boyunca başka hiçbir şey dinlememiş, dinlemeyen, dinlemeyecek insanlar var. Bense rock müziği, klasik müziği, madrigalleri yahut minimal müziği seviyor, dinliyorum; yine tenhalık sebebiyle kulağım bunların örsünde şekillenmiş olacak. Hasılı kelam, mizaç ve meşrep, hayatımızın her alanında olduğu gibi sanatsal/edebi çeviri alanında da belirleyici bir unsurdur.

Peki bundan sonra ne olacak? Kuşkusuz, hep olduğu gibi olmaya devam edecek; “çünkü”, 20 Ölümsüz Şarkı’dan bir dizeyle söylersem, “nasılsa öyledir dünya.” Şiirle çeviri, benim için aynı gözeden bakışımlı akan ve birbirini besleyen iki bengisu. İşte yakında iki müstakil varlık daha doğacak o kaynaktan. Birini yazdım, Hür Tractatus isimli bir şiir ontolojisi; İbn Arabi’den Spinoza’ya, Yunus’tan Rilke’ye, Erol Akyavaş’tan Siyahkalem’e, Schönberg’ten Blake’e bir seyrengiz. Diğerini ise çevirdim; taşlarıyla Seine’de boğulan Şair’in o dipsiz şiir fenomenolojisi Meridyen’de “Kafasının üstünde yürümekte olan için hanımlar beyler, gökyüzü artık altında bir uçurumdur.” sözleriyle Celanladığı Lenz! Fakat sadece Büchner’i değil, Oberlin’i ve Goethe’yi de davet ettim bu Lenz toplamına. Daha da çarpıcısı: W. B. Byrill isimli bir “sanatçı” arkadaşım var; hem şair hem de sezinç sahibi bir ressam, bu açıdan da bizim William Blake’imiz sayılsa gerek. İşte onun harika Lenz desenleri de tanıklık ediyor bu kafa üstü koşuya!

Bir de akranım József Attila’dan Tuna boylu 75 şiir, Güzellik Dilencisi, basıma hazır…

‘ŞİİRİN SÜRELİ YAYINLARLA KURDUĞU İRTİBAT YİTTİ’

Ayn (1999), Seyr (2006), 20 Ölümsüz Şarkı (2014) ve şimdi de Solukdönüm (2023). Seyrek yayımladığın belli de az mı yazıyorsun aynı zamanda? Baudelaire bir şairin “şair sayılması için yüz şiirin yeterli olduğunu” söylemişti gerçi, o sayıya vardın mı?

Her birini özgü/l bir gökada saydığım şiir kitaplarımı vara getirmem ortalama 7-8 yıl aldı, alıyor. Neredeyse 25 sene evvel çıkardığım Est&Non ve nadiren meşrebime uyan birkaç dergi hariç düzenli olarak şiir yayımlamak gibi bir adetim olmadı, halen yok. Şiirin süreli yayınlarla geçmişte kurduğu az çok sahih irtibatın çoktan ve gitgide yittiği kanaatindeyim. Aksini hararetle savunanlar olacaktır elbet, fakat konu beni pek alakadar etmiyor. Az yazdığımı zannetmiyorum; dilin salıncağı hayalin icbar ettiği ölçüde, yani kâfi miktarda yazıyorum diyelim. Asaf Halet’in kaç şiiri var, Dranas’ın, Cemal Süreya’nın? Hem zaten ölene kadar içinde şiir hayvanı semirten Dağlarca’dan bile kala kala Çocuk ve Allah ile Sığmazlık Gerçeği’ndeki 8-10 şiir kalıyor. Celal Sılay’ın on sekiz kitabını okudum; üç delice şiir tadı kaldı dilimde: Sual, Başım, Hüsran Filizleri. Belki elli şiiri bile olmayan Mustafa Seyit’ten ise sadece Sutüven. Öte yandan yazdıkça yazmış bir Salih Zeki Aktay’dan ne kaldı; yazıyla “0”! Hasılı yazmayıp da Haydar’ın ifadesiyle “göğe mi denize mi toprağa mı halka mı her nereyeyse artık” bağışladıklarımdan yüz cari “şağir” çıktı çıkar birader! Aslında Ayn’, 1995’te Şiir Atı’nda boy gösterecekken eyerden kayıp dört sene sonra yayımlandığında, 99’da bir kış günü sana şunu söylediğimi hatırlıyorum: “Bu şiirleri okuyacak olanlar ya henüz doğdu ya doğmak üzere.” Öyle de oldu, görüyoruz. Peki şu da bir karşılaşma (die Begegnung) değilse, nedir: Adlarını andığın ve artık baskısı bulunmayan ilk üç kitabımla birlikte son kitabım Solukdönüm’ün ve birkaç yeni şirin de içinde yer alacağı toplamın adı Yüz! Baudelaire efendiye Celan söyle…

26kr02-res.jpg

Yaklaşık on yıl önce 20 Ölümsüz Şarkı üzerine bir yazı yazmıştım. Tekrar baktım o yazıya. “Rizomatik şiir” diye tanımlamışım yazdığın şiiri. Katılır mısın yoksa ekleyeceğin başka şeyler var mı?

Şiir kitaplarım üzerine yazılmış bir düzine yazı içerisinde bakış açısına ve dikkatlerine merak kesilerek okuduğum yazılar hep senin kaleminden çıktı vesCelan. Elbette bu bir vukufiyet meselesi aynı zamanda. Tezleri ve vargıları okuyanı ve tabii o şiirleri yazan özne olarak beni de birtakım yeni düşünüşlere, bağıntılara sevk ediyorsa, yazı ve yazar işlevini yerine getirmiş demektir. Bu açıdan, yaklaşımından her zaman faydalandığımı içtenlikle belirtmeliyim.

Rizomları, köksapları “objective correlative” yordamıyla sıçrayarak gelişen, hatta yer yer “glossolalie” halini alan bir “çoğulOluş” biçiminde kavrıyorum ben. Dünya edebiyatında büyük şiir diye nitelendirilen örnekler dikkatle incelendiğinde de hemen hepsinin nesnel bağlılaşım diye anılan bir tekhne ile örüldüğü görülecektir. Peki ne demek bu: Bir olayı, bir nesneyi, bir durumu ifade ederken kolektif hafızadan, büyük dünya geleneğinden, mitolojiden, kadim kaynaklardan kimi bağlılaşım öğeleriyle ya da örüntülerle yeni snapsların oluşumuna doğru seyretmek. Bu, zaman zaman bir arketip üzerinden öznel duygu durumumuzu örneklemek; bazen de öznel hali bir büyük hikâyeye hamletmek biçiminde çatallanarak işleyebilir. Soy şiir her daim bu yatakta akmıştır, akar. Benim de bütün yazma çabam, ilk kitabımdan beri bu güzergâhta seyretti.

Derin yapıda kitapların birbirine bağlanıyor. Hâl, tavır ve yazma biçiminde elbet dönüşümler, değişimler beliriyor ama altta, en altta tutarlı bir süreklilik görüyorum ben. Kesintisiz bir dil çalışması ve keşif çabası. Türkçe’den ve onun uzak/yakın geçmişinden, başka dillerin duyuş/deyiş iklimine gidip gelen, bunlar arasında çevik bir mekik gibi işleyen bir şiir dili kuruyorsun. Diller, medeniyetler ve gelenekler arası bir cevelân. Bir anlamda “evrensel gelenek” diyebileceğimiz bu karşılaşmalar, nasıl bir örüntü sunuyor, bugünün dikkati ve ruhu çoktan çalınmış şairlerine? Biraz tefekkür edelim mi bu konuda?

Kimileri bu keşif (ent-decken/dis-cover/ref-i hicab) temelli şiire kolaycı bir yaftayla “kültür şiiri” falan de(r)miş; tabii bu büyük ölçüde “Agademi” aracılığıyla yanlış biçimde yerleşmiş, tamamen bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir niteleme. Zira doğrusu ya, “kültür şiiri” olmayan bir şiir asla varolmamıştır! Aksi, hepi topu duygu boşaltımıdır; elbette Paz’ın tabiriyle çift sindirim sisteminiz varsa bu da bir şeydir ama ne yazık ki artık o da yok…

Şiirlerimde uzak ve orta asyalarda filizlenip yayılan Türk dilinin başka coğrafyalardaki varyantları da dahil olmak üzere divan şiiri, halk şiiri ve Alevi-Bektaşi tekke şiirinden dünya şiir geleneğine; Rilke’ye, Eliot’a, Yeats’e, Celan’a, Holan’a, Babits’e, Attila József’e, Yunus’a, Nazım’a, Asaf Hâlet’e; trubadur şarkılarından dinî müziğe, Tuva gırtlak şarkılarından Led Zeppelin’e, Bach’tan Emerson Lake and Palmer’a; Muhammed Siyahkalem’den Pirosmani’ye uzanan bir göndermeler ağı var. Bütün bunlar masa başında kesilip biçilip birbirine eklenerek oluşturulmuş şeyler değil elbet. Yaşadığınız, fırlatıldığınız dünyada maruz kaldığınız, sizin için Oluşagelen hal neyse onunla demlenirken hemhal olduğunuz tanıklar daha ziyade…

Dolayısıyla benim rüyetim, günümüz Türk şiirinin geneli göz önüne alındığında “açık deniz seyri” sayılabilir. Zira ilkgençliğimden beri Türk edebiyatı ve Türki dillerin edebiyatlarının yanı sıra kendimi en az dört farklı dilin sesine, akışına ve etkisine açık kıldım ben. Doğrusu bundan da çok memnunum.

Herkesin sandığının aksine zihin göz üzerinden değil kulak yani ses üzerinden çalışır. Noktalama işaretlerinden konuşalım mı biraz? Bazı “icatların” var şiirinin nasıl seslendirilmesi, okunması gerektiğine dair. Dikkatli okur bunu hemen fark edecektir. Nedir bu noktalama ( yahut notalama mı desem) işaretleriyle derdin?

Bu soruya temel iki unsurdan söz ederek başlayayım: görsel ve işitsel hayal. Benim şiiri kavrayış biçimim resim ve müzikle birlikte gelişen bir şey. Resim görsel hayali, müzikse işitsel hayali temsil eder. Türkçeye “imge” olarak geçen ama aslında “hayal” demek olan “imaj”ın iki boyutu var. Görsel hayal bir zemin üzerinde gerçekleşen bir şey; işitsel hayal ise zeminden havalanan, duymamız gereken bir şey. Birinin eylemi “görmek”, diğerininki ise “duymak”. Bu iki eylem, okuyucu için de, yazdığım şiirlerin eşiğinde kalmayıp ona eşlik ve nüfuz edebilmesi açısından iki ontolojik unsur. Bir şiiri seslendirmeden okursanız onu görsel hayal alanına hapsedersiniz. O yüzden her şiirin varlığa kavuşması için işitsel hayalle birlikte var olması gerek. Yani her şiiri seskürede devindirmek lazım ki, hem görsel hem işitsel hayal belirebilsin, bütünlüğe kavuşabilsin. Dolayısıyla senin de dikkat çektiğin özgü/l imla ve hurufatla dizilmiş tüm şiirler, görsel ve işitsel âleme girişe anahtar olan ya da ipucu niteliği arz eden şeylerdir. “Uzun a” başka “ince a” başka; duymazsan görmezsin! O zaman da güya bir şair-çevirmen (!) olarak mesela Rilke’nin Geburt der Venus (Venüs’ün Doğuşu) şiirindeki “die scham” kelimesini yanlış anladığın yetmezmiş gibi bir de “hayá” (dikkat edelim, uzun a) yerine “haya” diye çevirir ve Venüs’ü hünsaya çeviriverirsin! Peki sonra ne olur; dár-ı dünya daralır; kâlp (dikkat edelim, ince a), kalp bir şeye dönüşür kalır. Macarlar da Fransızlar da başka dilulusları da aksanları atmak bir yana bol bol kullanıyor; neden? Çünkü duymazsan, görmezsin; görmezsen, Rilke’nin deyişince, “bir yığın kendinden emin dağ hayvanı” misali ordan oraya gezinip durursun!

Evet; harfleri ve noktalama işaretlerini ters kullandığım yerler de var. Bunların bir amacı da bir ko-notasyon alanı yaratmak. Örneğin “LAPSUS” başlıklı şiirde “biriçin seddi” derken ikinci i’yi ters dizdim. Böylelikle bu kullanım sayesinde hem Çin Seddi’ne hem de insanın kendi içindeki duvarların yüksekliğine uğrayabilir zihnimiz, hayalimiz. Yine “Aletheia” şiirinde, “Bahşedilmiş varlığın” diye bir dize yer alıyor. Buradaki “h” harfi de ters dizilmiştir. Böylece dize “baş edilmiş varlığın” gibi de okunabilir, ki varlığın hem bahşedilmiş hem de baş edilmesi gereken bir durum olduğu belirebilsin. Dili sadece bir araç olarak değil bizzat derin tefekkürle üzerine eğilinmesi gereken bir Varlıkevi olarak gördüğüm için seyrine daldığım ve davet ettiğim yerler de primordial ya da yabanıl diyelim. Hasılı, dil benim ufkumda müzik ve resimle yoğruluyor; evreni de iç âlemi de müzik ve resim kombinasyonu olarak algılayıp buradan sesleniyorum.

Eco; “Metin, örnek okurunu üretmek amacıyla tasarımlanmış bir aygıttır” der. Teorisyen değil şairiz biz. Bizim işimiz praxis ile… Elbette yaparken buluruz bazı şeyleri bazen de yaptıktan yıllar sonra ne yaptığımızı fark ederiz. Ya da biri işaret eder, yorumlar, açımlar farkına varırız. Şuraya geleceğim; senin bu şiirsel cehdin (başka kelime bulamadım) bugünün “bir tüketici olarak okur’una” nasıl bir ufuk açıyor? Şiirinin bu çok geniş kültürel ve dilsel parametreleri, coğrafyası karşısında “okur” ne yapmalı?

Celan’ın Sesler’i yayımlandıktan sonra bir değerlendirme yazısında ve Solukdönüm çıktığında yaptığımız bir söyleşide Şiiristan zümresinin bir Cem Yavuz sözlüğüne ihtiyaç duyduğunu öğrenmiştim. Bilirsin; yıllar önce Ece Ayhan için Ender Erenel yapmıştı böyle bir çalışma. Şurası çok açık: Belki hep böyleydi ama bu devirde daha da aşikar ki insanlar sadece kendi bildiklerini referans saymaya ve kolay tüketmeye alış(tırıl)mış. Hatırlarsan geçenlerde seninle yaptığımız bir görüntülü sohbette Eliot’ın “Lines to a Persian Cat” şiirinden söz ederken şiirde geçen “songster” kelimesini “hanende” olarak çevirdiğimi söylemiştim ki doğrusu da budur. Konuşma esnasında bir dinleyici “hanende” kelimesini bilmediğini, bunun yerine “dişi şarkıcılar” ifadesinin kullanılmasının daha yerinde olacağını dikte edivermesin mi bana! Hadi bakalım, alsın şimdi Âkif:

“Ben bu dünyayı görürdüm de sanırdım sağlam.

Ne çürükmüş o meğer, sen şu benim bahtıma bak:

Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmayacak;

Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem,

Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin... Ört ki ölem!

Oysaki bırakın Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Tanpınar’ı falan, Sezen Aksu şarkılarında bile geçen, bilinen/bilinmesi gereken bir kelimedir “hanende”. İşte bu kolaycılığa direnen, buna rağmen yazan, çeviren biriyim ben. Şiirin bir öte dil ya da dil içre bir “Soluğan” oluşturması gerektiği inancındayım. Dili dönüştürmeden, dil üstüne düşünmeden şiir yazılamayacağının şuuruyla, bugün şiir diye yazılan şeylerin çok çok “şiğür” olduğunu da görüyorum. Aynı bakış açısıyla şiir çevirenlerin de şair olması gerektiğinde ısrarcıyım. Elbette bu her şairin ya da şair sıfatıyla “ortalıkta görünmeyi” marifet bilenlerin iyi şiir çevireceğini anlamına da gelmiyor; bu sizin şair olarak dile ve hayale vukufiyetinizin belirleyeceği bir durumdur nihayet. Birden çok dille düşündüğünüzde, o dillerde ilet-iş-mek eyleminin “ne”liği üzerine ömür tükettiğinizde, her tür “corpus”u ortaya atan kişinin ne dediğini ve fakat aslında ne demek istediğini üpüryan görme lüksünüz oluyor. Yani bu bir lüks mü bilemem ama işlenen olanca cürme bakıp acı acı tebessüm etmenize imkân tanıdığı muhakkak. Okuyucu açısından şunu söyleyebilirim: Şiirlerimdeki lexicon ve hayal zenginliği sizi ısırmaz; tamam, ısırabilir ama kuduz etmez, ıslah eder. Celan’ın dediği gibi, okuyun, tekrar tekrar okuyun. Nihayet siz “dilin size hitabı”na açıldıkça, şiir de size açılacaktır.

‘RİLKE ŞİİRİ NAMINA YAYIMLANMIŞ NE VARSA GÜDÜK TERANE’

Bir süredir yine büyük bir şaire, aralarında benim de bulunduğum birçok perest’i bulunan bir şaire, Türkçe’de “soluk/nefes/ruh” vermek için uğraşıyorsun. O harikulade Celan ve Eliot çevirilerinden sonra, sıradaki müjdeyi verelim mi?

Rilke yoldaştan aşağı yukarı yarısı daha önce Türkçeye hiç çevrilmemiş, aralarında şairin Fransızca şiirlerinin de bulunduğu 200 civarında şiir çevirdim ve yine Celan ile Eliot için yaptığım gibi her kitaba ve neredeyse her şiire oldukça geniş kapsamlı açıklama/yorumlar yazdım. Senin Rilke’ye nüfuzunun monolit gibi bir tanığı var: Melek Geçti. Fakat sözünü ettiğin “perestler”in bugüne kadar Rilke diye ne okuduğunu hakikaten çok merak ediyorum. “Ah, Rilke, daima” gibi ne idüğü belirsiz bir retorik etrafında dönen romantik/melankolik Rilke imajı tamamen kof. Bir kere adam hem Dinggedicht tefekkürüyle yazdığı Yeni Şiirler’le, özellikle de Die Rosenschale ile; hem Orfeus’a Soneler’le hem de Duino Ağıtları’yla Heidegger’in Dasein metafiziğine esin kaynağı olmuş bir ontolojist. Esasen bu Dinggedichte yani Oluşşiirleri’nin sadece birkaçı nesnelere dairdir, ancak hepsi maddi bir niteliğe sahiptir ve okuyucuyu heykelsi, müstakil bir varlıkla karşı karşıya getirir; Rodin’den mülhem bir hacim ve kontur duygusu yaratır. Yer yer durağan bir nesneyi betimleyen şiirlerde bile görsel hayal, handiyse bir arp misali titreşen dizenin ve sentaksın desteklediği işitsel hayalle birleşerek nesnenin hayal âleminde varagelmesini sağlar. Şairin Gülçanağı (Die Rosenschale) başlıklı şiirinde yaprak yaprak, ton ton deneyimlediği bu bilinç∫dalınç eylemi, özne ile nesnenin hayal düzeyinde yaratılmış bir bütünlüğün ayrılmaz vecheleri olduğu fikrini açığa vurma (aletheia) çabasından başka bir şey değildir: Güller ve Seyr ontolojisi!

Tabii bu konulara bihakkın vakıf olmayan bir sözümona çevirmen, güllerle dolu bir çanaktan öte bir gülün “varoluş yatağı” olarak çanakyaprağı imleyen Die Rosenschale’yi tutar Gül Kâsesi diye çevirirse, sözde perest şair/okur da o kasedeki yaprakları 30-40 yıl boyunca çiğner durur; va hayfa!

Ayrıca Duino Ağıtları’nı da tamamladım, açıklama ve yorumlarını bitirmek üzereyim. Şu kadarını söyleyeyim: harika çevirmen arkadaşım Zehra Aksu Yılmazer’in Duino çevirisi hariç - ki kendisi sadece ağıtları çevirmişti - bugüne kadar Rilke şiiri namına yayımlanmış ne var ne yoksa alayı güdük terane. Elbette dönemin bilgiye erişim imkânları göz önüne alındığında çevirmenlerin sergilediği birtakım kusurlar anlaşılabilir; ancak Rilke şiirinin genel itibarıyla hiç kavranamamış, yanlış anlaşılmış yahut bu denli tahrif edilmiş olması ve bu herzenin yıllarca Rilke diye yutturulması, akıl alır şey değil. Fakat tabii asıl şaşılacak şey, benim hâlâ bunlara şaşırıyor olmam; Celan ve Eliot’ta ne tecrübe ettim ki bu defa farklı olsun. Âlem olmuş Tükürye, tükür tükür ye!

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN