Annemizin dini Yunus’un dili
Bazen kelimeler yetmez insana. Söylediklerimiz kulağımıza bile yabancı gelirken, kalbimize nasıl dokunsun? Dilimizdeki kelam artık yüreğimizin sesi değil. Sözcüklerimiz ithal, dualarımız bile yabancı. Söz sahibini terk etti; anlam yolda kaldı. Bu topraklarda konuşmakla susmak arasında ince bir utanç var şimdi. Çünkü ne konuştuğumuz bize ait, ne de nasıl konuştuğumuz.
Bu yalnızlaşmış kelimeler, sadece düşüncelerimize değil, inanç dünyamıza da sirayet etti.
İslamcılıkla başlayalım. İslamcılık, mazlumun duası, garibin umudu olabilir miydi? Belki. Ama bu topraklardan beslenmedi, kökünü bu topraklarda aramadı. Mısır’dan, Arap coğrafyasından devşirilen fikirlerle, Anadolu’nun yüzyıllardır ördüğü “irfan” görmezden gelindi. “Yunus’un hikmeti” yerine “Selefi’nin öfkesi” geldi. Allah’ı sevmekten çok, Allah’la korkutmayı tercih edenler çoğaldı. Oysa biz, “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” diyerek çıkmıştık yola.
Ne var ki mesele sadece düşünceden ve gönülden sapmayla sınırlı kalmadı; çok daha karanlık bir yüzü de vardı bu bozulmanın.
“Din adına” en büyük ihaneti yaşadık: Fethullahçılık. Dini sadece bir maske olarak kullanan, küresel bir sapkınlık... Aklı Pensilvanya’da, ruhu Amerikan istihbaratında, kalbi ise hiçbir zaman bize ait olmayan bir yapı... Bu milletin en saf inancını kullanarak ihanetin büyüğünü işlediler. Fethullahçı gâvurluk, sadece bir ihanet değil; aynı zamanda dinin ruhuna işlenmiş, nesillerin yüreğine zerk edilmiş bir zehirdi.
Diğer yandan, “Çağdaşlaşma” adına başka bir kırılma yaşandı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iradeyle değil; sonradan ideolojiye dönüştürülen Kemalizm anlayışıyla… Halk, kendi köklerinden koparıldı. Din, gelenek, aidiyet; çağın gerisinde kalmış kavramlar gibi gösterildi. Oysa bu halk inançsız yaşayamazdı, devletsiz kalamazdı. Modernleşme adına yapılan dayatmalar bu toprakların ruhunu daralttı. Merkezden yükselen ses, milletin yüreğine inemedi. Çünkü milletin diliyle konuşmuyordu.
Bu kopukluklar sadece dini değil, siyasi ve toplumsal kimliğimizi de etkisiz ve yönsüz bıraktı.
Sağcılık da, solculuk da, liberalizm de, sosyalizm de dışarıdan ithal edildiğinde ruhsuz kalır. Acı olan da budur: Sağcısı da solcusu da, liberali de sosyalisti de hep yabancı düşüncelerle konuştu. Dışarıdan ithal edilen ideolojiler ne kadar süslü olursa olsun, bu toprakların ruhunu taşımaz. Taşımadı da. Üstelik Anadolu, yaşadığı acıyı da sevinci de yoğurup türkü yapan bir yerdir. Ne slogana gelir, ne hazır reçeteye.
İdeolojilerin ve inançların ötesinde, unuttuğumuz bir şeyi hatırlamak zorundayız: Safiyane olanı.
Bütün bu karmaşanın içinde unuttuğumuz bir şey var: Annemizin dini. Çocukken sabah ezanında içimize işleyen, bayram sabahlarında kalbimizi titreten o inanç… Ne ideolojik, ne çıkarcı… Gösterişsiz, kavgasız, riyasız… İçten bir hâl. Temiz bir söz. Sessiz bir dua.
Çünkü inancın en saf hali, ancak Yunus gibi konuşanların, annemiz gibi inananların gönlünde saklıdır.
Haktır, garipliktir, yoldur Yunus. Muhabbetten öte bir hakikat olmadığını, hakikat sandıklarımızın o muhabbetin tezahürleri olduğunu öğreniriz onunla. Elimizden, gönlümüzden tutarak anlatır. Bize ders vermez. Kalbimizden tutarak, başımızı sıvazlayarak, Türkçenin en güzel haliyle, en iyi anlayabileceğimiz duruluğuyla anlatır. Herkese anlatabilecek bir sözü vardır. Sözü herkese anlatabilecek düzeye çıkarır.
Annemizin dini bizi Yunus Emre’nin diline götürür, çünkü ikisi de aynı kökten gelir.
Yol, “Annemizin dini,” “Yunus’un dili”dir. Annemizin sesi Türk sesidir; Türkçedir. Türkçe ise sesini Yunus Emre ile bulmuş bir dil… Annemizin dini aslında Yunus’un sözüdür: “Beni bende demen, ben de değilim.” Kalpten kalbe geçen sade bir inanç, derin bir merhamet…
Çok sorarlar Yunus’a, nice Aşk esrikliği / N’itsin, ezel bezminde öyle çalındı kalem...
Yunus Emre, bu toprağın hem sesi hem vicdanıdır. Yunus’un diliyle siyaset yapılmaz belki ama gönül yapılır. O dil, kırılan kalpleri onarır. Bu çağda en çok da gönül kırılıyor. O yüzden siyaset değil, önce gönül tamir edilmeli. Gönlü tamir etmek için Yunus’un kelâmına dönmek gerekir. Çünkü orada Allah, insan ve yurt aynı dizenin içinde yaşar.
Belki de bugün sormamız gereken en doğru soru şu: Bunca kırılmadan sonra biz nereye, kime sığınacağız?
Nereye koşarız şimdi?
Bir partiye değil… Bir cemaate, bir ideolojiye değil… Koştuğumuz yer evimizdir. Anamızın duası, Yunus’un ilahisidir. Bu çağda saf olana yönelmek belki de en akıllıca iştir. Çünkü yol dışarıda değil, içimizdedir. O yolu da ancak anneler gibi inananlar, Yunus gibi söyleyenler, Hacı Bektaş gibi hissedenler bulabilir.
