Şüphe/siz

Ne çok şeye inanıyor insan ya da reddediyor.

Bazan sert bir darbe anlatıyor ona çok inandığı bir düşüncenin nasıl yanlış olduğunu. Bazan beklenilmeyen bir gelişme, reddettiği bir şeyin savunucusu yapıyor onu.

Hiç ağzına almadığı bir yemeği sevmeye başlıyor birden.

Hiç tanımadığı duyguların, insanların, şehirlerin müptelâsı olabiliyor.

Bazı kitaplarını ebediyyen kapatma yahut yakıp külüne bakmak da mümkün oluyor, hiç kulaç atmadığı sularda boğulmayı göze alacak düşünsel maceraların içine girmek de.

İnsan değişiyor. Bazan değişmek yerine kendi seçtiği yolda derinleşiyor.

Bazan yıllarca yürüyor bir yolda. Sonra öndeki insanın “Pardon, yanlış yoldaymışım!” dediğini duyuyor.

Açmaz yahut keder nerede çıkıyor insanın karşısına?

Anlaşılmadığında mı, kendi seçtiği yoldan çıkması yahut daha hızlı yürümesi için zorlandığında mı? Yoksa her şey çok net anlaşıldığında mı başlıyor kırılmalar? Belki de hepsi ve daha fazlası bazı sebeplerle.

Kafası hiç karışık olmayan insanlara kızmalı mı, imrenmeli mi insan; tam kestirilemiyor.

Aklın yolu bir olsa da yolların aklı bir değil.

Bir şüphe kırıntısı bir ömrü tamamen değiştirebiliyor. Şüpheci kelebek etkisi!

Bazan bir şeyi bilmemek rahat kafanın yastığı oluyor.

İçeride G-20 liderleri zirve yaparken dışarıda onbinlerin/yüzbinlerin eylem yapması bu çağa mahsus kırılgan bir tuhaflık olmalı.

Sahada birbirinin altını oymak için hiçbir sınır tanımayanlar, süper diplomatik masalar etrafında maskelerle müzakereler yaparken, dışarıdaki kalabalık bambaşka şeyler istiyor ve galiba içerideki sistemin tümüne karşılar.

İşte bu da sistemin bir başarısı diyor bir şüphe kelebeği.

Şüphe insana mahsus. Kararlılık gibi.

İnsan çok karmaşık. Sade insanlar gibi.

Çok güçlü insan. Zavallı insanlar gibi.

Her şey değişken. Hiç değişmeyen ilkeler gibi.

Bugün günlerden cumartesi ve seni seviyorum cümlesini irdelemeye başlarsak, ne cumartesi kalır, ne sen, ne ben, ne de sevmek.

Geçip gidelim. Ol dîvana varuben oturup seyr idelüm.

S.O.Syal medya terör yasası

Bazı derin toplumsal olaylar sonrasında talimatlar vermekle olmuyor bu işler. Yaşanılan hayatta suç olan tehdit, şantaj, hakaret, sövme, linç gibi ne kadar kategori varsa dijital platformlarda, özellikle de sosyal medyada aynı eylemlerin neden yasal düzenleme kapsamına alınmadığı bir muamma.

Eğer cezalandırma aşamasında fiilin etkisi göz önüne alınıyorsa, sosyal medyadaki suçların etki gücünün daha yüksek olduğunu söylemek bile mümkün.

Açık kışkırtmalar, hedef göstermeler, tehditler, itibarsızlaştırmalar vs yoluyla sıklıkla bir suç ve insan çöplüğüne dönüşen ve artık içinde milyonlarca insanın ‘yaşadığı’ bu alanlarla ilgili düzenleme yapılmamasının anlaşılır bir yanı yok.

Sosyal medya her ne kadar iki üç yıl önceki başıboşlukta değilse de ilkesel koruma ve caydırıcılık durumu henüz mevcut değil.

Terör ortamının, faşizmin âlâsı burada dakolaylıkla inşâ ve ihyâ ediliyor.

Hayır, amacım polisçilik değil. Sadece insanlar arasında olduğumu hissetmek istiyorum.

Sadeliğin ihtişamını inşâ etmeye çalıştım

(…)

“Genelde Hasan Ali Toptaş ile ilgili yapılan çalışmaların çoğunda Kafkaesk bir taraf olduğundan bahsediliyor, buna katılıyor musunuz?”

Kafka dendiğinde, birçok insanın gözünde zifiri karanlık görüntüler canlanıyor. Zifiri karanlık olmasa bile, alabildiğine kasvetli, gri görüntüler. Kaskatı bir umutsuzluk, iflah olmaz bir karamsarlık… Doğrusu ben Kafka’yı hiç de böyle görmüyorum. Benim gözümde algıları sonuna kadar açık, insanların içindeki titreşimleri hissetmekten ve insan hâllerini okumaktan ruhu iki büklüm olmuş biridir Kafka, evet ama aynı zamanda neşeli ve şakacı biridir. Onun çizgi roman tekniğini hatırlatan metinlerini okurken zaman zaman gülerim ben, kendimi tutamam. Eminim, o da yazarken gülmüştür bazı sayfalarda. Tabii, içimi acıttığı da olur. Kafka hakkındaki yaygın kanaat, bir ezberdir bana göre. Herhangi bir romanın tamamının ya da tuhaf şeylerle dolu karamsar bir bölümünün hemencecik “kafkaesk” diye nitelenmesi de çoğunlukla bu ezberin uzantısıdır. Bilmiyorum, benim Kafka’ya bakışımda bir tuhaflık vardır belki. Zaten Oğuz Atay dendiğinde, okuyan okumayan çoğu kişinin aklına hemen Tutunamayanlar, benim aklıma ise Tehlikeli Oyunlar gelir. Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar dendiğinde çoğu insan hemen Huzur’u, bense Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlarım. (…) Hasan Ali Toptaş-Arka Kapak Dergisi/14’ te kendisiyle yapılan röportajdan. (Röportajı yapanlar: Yunus Emre Tozal, İsa Karaaslan, Ümit Yaşar Özkan

Klimatik kanser

Bayılarak kullandığımız araç klimalarının üflediği ilk anların ciddî kanser oluşturduğunu biliyor muyuz? Sayın uzmanlar klima ilk çalıştığı anda mutlaka camların açık tutulmasını öneriyor. Ayrıntılarını ve bilimsel argümanlarını öğrenmek istiyorsanız internette uzun araştırmalar yapabilirsiniz. Aynı tehlikenin salon klimalarında da değişik biçimlerde vuku bulduğu arz ediliyor.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.