Kitap istifçi miyim acaba!

Bu hafta mecburiyetten kütüphanemdeki kitapların bir kısmına veda etmek zorunda kaldım. Kitaplar arasında dolaşırken neredeyse hemen hepsini ne zaman, nerede ve hangi şartlarda aldığım tek tek aklıma geldi. Aramda duygusal bağ kurmadığım kitaplardan ayrılmak kolay olsa da bazılarını bağışlamak ile bağışlamamak arasında baya cebelleştim.

Kitaplarımın bir kısmının altına siyah ya da kırmızı kalemlerle notlar almışım. Bazılarının önemli gördüğüm sayfalarının başları ya da sonları katlamış. Bazılarına ise kıyamadığım için karalamak yerine içlerine küçük bilgi notları sıkıştırmışım.

Okumak, ilkokuldan beri yemek içmek gibi bir zaruret benim için. Mahalledeki iki kırtasiyeye gelen kitapları ilk alan ve ilk okuyan olmak benim için büyük bir heyecandı. Olmayan harçlığımı biriktirmek ise ayrı bir güçlük. Ara sıra ekmek vs. almak için verilen paradan artan birkaç kuruş özenle biriktirilir ve ilk fırsatta kitaba yatırılırdı. Sınıf kitaplığımıza alınan kitapları herhalde ilk bitiren de ben olurdum. O kadar hızlı okurdum ki her kitap bittiğinde içimi derin bir hüzün kaplardı.

Mahallemize ayda bir gezici kütüphane gelir ve sadece 3 kitap alma hakkımız olurdu. O üç kitabı dünya klasiklerinin en kalınları arasından seçerdim ki hemen bitmesin. Gerçi kalın kitapları okumak biraz sorun oluyordu çünkü ders çalışmak yerine kitap okumayı tercih ettiğim için annemle sık sık karşı karşıya gelirdik. Daha ince kitapları ders kitabı arasına gizleyerek okumak daha kolaydı.

Lise zamanları Ankara sahaflarının ve ikinci el kitap satış noktalarını öğrenmiştim. Sabah 6:45 ekspresi ile Ulus’a inip oradan Gazi Mahallesine hemen her gün yağmur çamur demeden yürür, otobüs parasını biriktirirdim.

Biriktirdiğim para üç iş içindi. Büyük kısmı kitaba gider, minik bir kısmını da kendimi arada bir şımartmak için kullanırdım. Şımartmak derken o dönem Tren Garının altından Gazi Mustafa Kemal Bulvarına kadar uzanan tünelde bir pastane vardı ve çok güzel ay börekleri olurdu. Bende bu ay böreklerinden iki üç haftada bir tane alır kendime ziyafet çekerdim. Bir de olmazsa olmaz maçlar.

Gazetelerde lig fikstürü yayınlanır yayınlanmaz birkaçını alıp, kesip saklardım. Takvimde önce Beşiktaş sonra büyük takımların Ankara’ya gelecekleri zamanları işaretleyip, maç bileti için ne kadar biriktirmem gerektiğini hesap ederdim. O yıllarda Anadolu takımları arasındaki maçlar gazoz, simit fiyatına iken büyük maçlarda bilet fiyatları tavan yapardı. Biriktirebildiğim para da ancak kale arkasına yeterdi. Bazen buraya da bilet bulamayıp maçları Ankaragücü, Gençlerbirliği ya da Şekerspor taraftarı ile birlikte izlemek zorunda kalırdım. Sarılı takımları izlerken sorun olmasa da Beşiktaş maçlarını izlemek cidden büyük riskti…

Olgunlar Sokak, Zafer Çarşısı, Adilhan, Ayyıldız, Pınar ve Birleşik yayınevlerinin bulunduğu çarşılar rutin uğrak yerlerimdi. Evdeki ceviz ağacından devasa mobilyamızın her rafı kitap dolduğu için annemle sürekli kavga ederdik. Annem her seferinde “Yeter artık” dediği için farklı bir çözüm yolu bulmuştum. Kitaplar önce kömürlüğe giriyor sonra annemin olmadığı bir an dolaptaki kitaplarla yer değiştiriyordu. Böylece okuma yazma bilmeyen annem eve yeni kitapların girip çıktığını güya fark etmeyecekti. Ama o da bir süre sonra başa çıkamayacağını anlayınca işin peşini bıraktı.

Üniversite yıllarında bir gün aldığım Başbakanlık bursuna güvenerek bugün hala kütüphanemde olan önemli bir İslam Tarihi eserine elimdeki tüm parayı basmıştım. Sonrası mı? Tam bir felaket.

Ekonomik krizlerin eksik olmadığı o dönemde her ay düzenli yatan bursumuz aylarca süren bir sekteye uğradı. Burs derken öyle ahım şahım bir para da değil. Bugünün ölçeklerinde bir öğrenciyi bir hafta zor idare eder.

Eldeki tüm para gidince iki hafta boyunca resmen kuru soğan ve ekmeğe talim etmiştim. Sabahları şehir merkezindeki fakültenin önünden kalkan okul servislerinin olduğu noktaya gider ve iyi kötü samimi olduğum bir arkadaşı bekler, “Ya bugün benim bileti de sen öde” diyerek birlikte servise binerdim. Bazen de şoförler acır “gel” derlerdi. Akşama da başka bir arkadaşa takılırdım. Öğle yemeklerini de bir şekilde hallederdim. Kulakları çınlasın sınıf arkadaşım Orhan okulda çıkan etli yemeklere kaşık sokmazdı. İçinde et çıkan yemekleri genelde ben yerdim.

Kütüphanemi görünce pek çok arkadaşın ilk tepkisi “hepsini okudun mu?” oluyor. Ben de espri olsun diye bazen “Yok, uyusunlar diye aldım” diyorum. Sıradan yurdum insanının bunu sorması normal ama okumuş, yazmış diyebileceğimiz arkadaşlardan da bu sözleri duymak insanı açıkçası incitiyor çünkü okunacak kitapla referans kitap arasındaki ayrımı bilmemeleri insanı şaşırtıyor.

Arkadaşın biri bir gün ciltler dolusu ansiklopedik bir eseri göstererek “Hepsini okudun mu?” diye sordu. İlkokuldayken Meydan Larousse ansiklopedisinin nerdeyse tamamını tek tek okumuşluğum vardır… İnandı mı bilmiyorum ama “Yatarken uykum gelsin diye her gece üç beş maddesini okuyorum” dedim.

Onlar böyle söyleyince acaba bende Tsundoku hastalığı var mı diye de arada şüphelenmediğim olmuyor değil. Son zamanlarda okuma hızım düşse de böyle bir hastalığım yok sanırım. Okumadığım, sırada bekleyen kitaplar var. Başlayıp da bitiremediğim kitaplar da var. Bu yüzden bazı kitaplardan ve bazı yazarlardan ayrılmak çok da zor olmadı ama bazıları ile ayrılık gerçekten zor olmadı dersem yalan söylemiş olurum.

Bol kitaplı günler dilerim, hepinize…

YORUMLAR (22)
22 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.