Kendi izine düşen adam

Louis Massignon, yakın zamana kadar İslâm estetiği konusundaki nadir ciddi çalışmalardan olan makalesinin sonunda şöyle der: “Hülasa, İslâm sanatını idare eden fikir Ehl-i Sünnet akidesidir. Yani şekillerin üstüne yükselmek, putperestliğe meydan vermemek; bir sihir fenerinde, bir fanusta, bir kukla veya gölge oyununda olduğu gibi, şekilleri hareket ettirene ve yegâne Daimî Olan’a doğru gitmektir. Sayısız İslâm mezar taşları bize şunu tekrar eder: Hüve’l-Bâkî …”

Bugün hepimiz, modern bilimin icat ettiği, teknoloji denilen bir trene bindik gidiyoruz. Bir tren ki, binmek bir bela, binmemek bin bela… İslâm dünyası bu trene vaktinde binmemenin sorunlarını yaşıyor? Ama “İnsanoğlu nereye gidiyor?” Postmodern Ethics kitabının yazarı Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle, “Her şey gibi modern insanlar da teknolojinin nesnesidir.” Hepimiz “parçalanmış benlikler”iz.

Eskiden dinlerin, felsefelerin, tasavvufî düşüncelerin, insanoğluna hedef olarak gösterdiği; yolu hakikat, fazilet ve güzellik üstüne kurulu bir “En Yüce Gaye, En Yüksek İyi” vardı. Bugün o amaç neredeyse yok edildi. Modernizm denilen fırtına, insanlığın aşkın değerlerini silip süpürüyor. Fransız yazarı ve siyasetçisi André Malraux: “Bizim medeniyetimiz, ‘Hayatın bir anlamı var mı?’ sorusuna ‘Bilmiyorum’ cevabını veren tarihin ilk ve tek medeniyeti” der.

***

Bu arada, bugün birçok “dindar”ın dünyasında bile derin dindarlıktan neredeyse eser kalmadı. Böyle bir dindar, “Biz bizimle idik, ‘biz’imizi terkettik, bizsiz sonsuzluğa erdik” diyen sûfînin yüceltici tevazuundan ne kadar uzakta!.. Hep kendisine doğru aşkla koştuğumuz o Refîk-ı A‘lâ (o en ulu Dost) ile aramıza o kadar yabancı şeyler girdi ki!.. Zenginken dahi “fakrı fahr bilen”, yoksulken bile yüreğinin bütün coşkusuyla şükreden o yüce gönüller nerede?.. Allah buyuruyor ki: “Eğer şükrederseniz, daha fazlasını veririm; ama eğer nankörlük ederseniz bilesiniz ki vereceğim ceza çok çetindir.”

Modern insan, ömrünü bayağı ve sonlu şeylerin peşinden koşarak tüketiyor. Bir fâsit daire üzerinde dönüp duruyor. Kendi izine düşen adam gibi: Adam bir köyden başka bir köye gidiyor. Her taraf karla kaplı. Yol yok, iz yok. Adam yönünü kaybetmiş. Yüreğini korku kaplamış. Derken bir iz bulmuş. Birden rahatlamış, çok sevinmiş, artık bu iz kendisini bir yere götürecek diye… Sonra yürümüş, yürümüş... Fakat nafile! Çünkü o iz kendi iziymiş. Ve zavallı kendi izi üstünde dönmüş durmuş; donarak ölünceye kadar…

***

Nietzsche’nin dilinden “Tanrı öldü” diyen çılgın inkârın kaçınılmaz sonu!..

Kur’an’da bazı temel inanç ve ahlâk buyruklarından sonra şöyle denilir: “İşte bu benim dosdoğru yolum. O yola uyun; başka yollara sapmayın; sonra bu tutumunuz sizi Allah’ın yolundan koparır.”

Gazâlî, İhyâ’da özetle şöyle diyordu bize: Kendini sev, sana iyilik edeni sev, iyiliği, güzelliği, güzeli sev… Ama hepsinden öte Allah’ı sev. Çünkü hepsinin varlığı, iyiliği ve güzelliği O’ndandır. İşte o zaman gerçek kemali ve tükenmeyen mutluluğu ebediyen yaşarsın.

Evet, dünyayı, teknolojiyi ve onun bize verdiklerini reddetmeyeceğiz. Ama Gazâlî’nin ve daha nice benzerlerinin seslerine kulak vererek, bu soğuk, bu ruhsuz dünyaya, oradaki varlığımıza bir can katabiliriz. O zaman, “içimizdeki basiret nuru”nun parladığını ve her şeyin aydınlandığını hissederiz; sahte barış söylemlerini aşarak gerçek dünya barışının altın anahtarına bile ulaşabiliriz… Yeter ki kalbimizi basiret nuru ile görür kılalım.

Allah buyuruyor ki: “Körlük gözlerin körlüğü değil, asıl körlük kalplerin körlüğüdür.”

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum